Kunanbay obalarından ayrıldığı yaz Oljay’dan türeyen Kazak boyları arasında büyük bir kargaşa başladı… Bunun ilk kıvılcımı, yaylanın sakin bir gecesinde, parlak aylı gökyüzüne hüzünlü ve hasretli hicran döken ince ezgili bir türkü oldu…
Halkın yüzüstü süründüğü bir dönem idi. Yayladan iki tarafa ayrılarak göçmeye başlayan komşu Tobıktı ile Kerey boylarının gaspçıları ve yağmacıları bu dönemde gece saldırılarını sıklaştırmıştı. Halk her gece “alıp gitmişler”, “bulaşıp gitmişler” diyerek bağrışıp çığrışıyordu.
Böylesi huzursuz günlerde korunmayı düşünen Jigitekler, yılkı sürülerinin gece yayılımını kalabalık halk ortasında, içeri doğru sürerek yaptırıyordu. Bu yılkı sürüleri Karaşa ve Kaumen obalarının yerleştiği Suıkbulak’da gece suyunu içip otlarken sınırdaş Karşığalı bölgesine doğru dağılarak yayılıyordu.
Tuttu-bıraktı çekişmesinin çok olduğu bu dönemde ümitlenen yetişkin erkekler bütün gece yılkı gasp ediyor, at üstünden inmiyordu…
Kendi babasının yılkısı yok denecek kadar az olsa da yılkı bakma vesilesiyle yılkıcılık yapanların arasına karışan Oralbay adında biri vardı.
Karaşa’nın evlatlarından Abılğazı yılkı bakımında çok usta, disiplinli ve düşmana karşı gözü pek biriydi.
O, semizler içinden hazırlanan ağır yürüyüşlü ve kara benekli bir ata binmiş, sert kara topuzunu eyerinin önüne yatay vaziyette uzatmıştı. İnce boz cepkeninin döşünü parlak aya doğru açıvermiş, kalpağının bir kulağını azıcık içeri doğru katlayarak giyivermişti. Oralbay’a bir şeyler anlattırıyor, onu dinlerken kendisi arada sırada bir fırt tükürüyor, yılkı sürüsünden biraz uzakça çıkmış hâlde atını otlatarak yürütüyordu.
Cılız Oralbay’ın biraz ilerideki sürünün yayılışıyla yahut atının otlayarak gezişiyle bir işi yoktu. İçindeki derdi Abılğazı gibi yakın bir akrabasına, yaşı büyük bir ağabeyine dökerek sanki düş dumanında yaşıyormuş gibi gidiyordu. Bugün evden çıkıp at bindiğinde de nereye gideceğini ve ne yapacağını bilemez bir hâldeydi, üzerine çöken dertten sıyrılmak için kendini dışarı atmıştı. Uykusuz, keyifsiz günler başlayalı bir hayli olmuştu.
Gecenin karanlığında kayarak sönen yıldızlar gibi bunun hayal yıldızı da saman alevi gibi parlayıvermiş, ama artık, işte, sönmeye başlamıştı. Sönmese ne olacaktı ki, kimin umurundaydı ki! İlgisini, içini yakan alevi ona tam da böylesi sıcak bir akşam vaktinde açan Kerimbala kısa süre içinde onun gözünden ırak bir yere gidecekti.
“Karakeseklerden damat gelecek. Bu defa almak için gelecek, götürecek” diyorlardı. Artık Oralbay’a dertlerle kucaklaşmak ve ayrılık acısıyla yanmaktan başka bir şey kalmıyordu. “Yapacak bir şey” var mıydı bu dünyada, yok muydu? Bunu bilmiyordu. Ama genç adamın iyi bildiği bir şey vardı ki; hayatının baharında bundan başka bir arzusu, uzun vadeli geleceği için başka hiçbir beklentisi yoktu. İnsan kısa vadeli isteklerde bulunmalıydı. Onun için bu; önündeki tek dileği olan Kerimbala’ya kavuşmak idi. Onun yolunda ölmekti. Fakat ellerinden tutarak ölmek! Uzun örümlü kalın kara saçını kendi boynuna dolasa, incecik belinden dolanarak kucaklasa, hiç ayrılmayacakları bir tek gün olsa yeterliydi. Ondan sonra bütün dünya yanarak gelip bunu yutsa da olurdu. Ne gözü açık giderdi, ne de karşı koymak için kılını kıpırdatırdı…
Oralbay’ın Abılğazı’ya döktüğü derdi işte buydu. Bu yılın ilkbaharında, abdal Birjan gelmeden bir ay önce, iki genç birbirine açılmış, ondan beri de kimseye hissettirmemiş, aşklarını içlerinde yaşatmışlardı. Yiğidin efkârını ses çıkarmadan ve duygularını belli etmeden dinleyen Abılğazı Oralbay’ın konuşması bitince kısaca bir iki laf etti.
Abılğazı çakmak taşı gibi sağlam kemikli, meşe ağacı gibi sıkı, mamut gibi ağır bir adamdı. Oralbay’a “doğru” yahut “yanlış” diye bir şey söylemedi. Sadece bir hususu öğrenmek istedi:
– Kız nasıl? O da senin gibi arzulu mu, diye sordu. Oralbay:
– Kız “seninle beraber ölsek” demişti, deyince Abılğazı hiç tereddüt etmedi:
– Öyleyse, yemininden döneni ervah çarpsın. Kararlı ol da taş yut, diyerek görüşünü bildirdi.
Oralbay’ın toplumun önde gelen kişileri içinde danıştığı tek kişi Abılğazı olmuştu. Sadece gönül desteği olsa da böylesi itibarlı bir büyüğünden aldığı yardıma çok sevindi. Şimdi tek kuşkusu Bazaralı’dan yanaydı.
– Bazekem ne der ki? Kararlılık etsem o ne yapar ki, dedi.
Abılğazı bu hususta da tereddüt etmedi:
– Sevdiğin kız Kerimbala ise, böyle şahane bir güzelden “vaz geç” diyecek kişi Bazaralı mı ki? Daha dün kendisinin elini ayağını bağlattıran Balbala’sını ne yapacak? Yapacağını yap! Ondan sonra Bazaralı bir yana bütün Jigitekler seninle anlaşmak zorunda kalacak. Anlaşmayıp da ne yapacak ki, dedi.
Oralbay bu fikri duyunca altındaki gümüş kuyruklu ak demir kırı atı kamçılayarak uyandırmış ve birdenbire silkinerek tüm yüklerinden kurtulmuş gibi oldu. İki bıçkın tam o arada Karşığalı tarafındaki en sonuncu uzun bele kadar gelmişti. Atlarını durdurup biraz teneffüs etmiş ve etrafa kulak kabartmışlardı ki Karşığalı tarafından ipince süzülerek gelen türkü sesi işitildi. İnsanın aklını başından alan, “neredesin” diye soran, sorarken çağlayan bir ses. Fasıla vere vere, takati kesile kesile, zar zor işitilse de sabırsız bir yüreğin yırtılırcasına ağlayışı gibi sevdiğini çağıran bir ses…
Oralbay’ın takati bitmişti:
– Ağabey, efendim! Bu türkü beni çağırıyor! Tam da Karşığalı’daki Bökenşi yaylasından, Sügir obası tarafından geliyor yahu, dedi. Atının da huzuru kaçmıştı, parlak ay altında irkilip kulaklarını dikerek sesin geldiği yöne doğru dönüvermişti.
– Doğru, ses Sügir obasından geliyor… Hay fukara hay, dileğin kabul oldu yahu, diyen Abılğazı böbürlenerek gülüverdi…
Abılğazı tehlikeden kaçan biri değildi. Az önce Oralbay’a söylediği düşünceleri, onun uzun uzun düşünerek ve zorlanarak ifade ettiği fikirleri de değildi. Sükûnet içindeki huzurdansa at üstünde zahmete girerek çarpışmayı dilemek, onun âdetindendi. O yüzden delikanlının ateşine kor atmak, yangınını nüksettirmek bunun için bir meşgale gibi görünüyordu. Doğru, kargaşa çıksa, ondan çekinecek olan ve endişeye kapılarak kaçacak olan da Abılğazı değildi. Şu kara benekli atı ile şu kurumuş kara topuzunu Oralbay için özgürce salmaktan çekinmezdi.
Oralbay gibi alev saçan bir delikanlının içtenlikle kendisine akıl verecek birini aradığında bulduğu danışmanı işte bu Abılğazı idi…
Genç adam artık dayanamadı:
– Abeke! Söylediklerinde samimiysen haydi yürüsene, benimle gelsene! Beni çağıran bu ses bahtım mı yoksa biçareliğim mi kendi gözlerinle görsene! Sözümden döneceğime, mezara gömüleyim, dedi.
Bunun üzerine ikisi birden “haydi” dediler, atlarını ökçelediler ve akarcasına bayır aşağı yönlendirdiler.
Oralbay, bundan kısa bir süre önce arzusuna ilişkin aklındaki kararın ne olduğunu açıkça ifade bile edemiyordu. Şimdi ak demir kırı atın coşkulu yeliyle oluşan fırtına gibi sabırsız bir hayali vardı.
Onun