Celil Memmedguluzade

Danabaş Köyü


Скачать книгу

der. Çünkü, Hudayar Bey, geçmişten konuşmayı sevmiyor, ben de onun kalbini kırmayı hiç istemiyorum. Onun geçmişiyle işim de yok.

      Hudayar Bey, ancak otuz yedi, otuz sekiz yaşlarındaydı; fazla değil, belki noksan. Boyu uzun, çok uzundu. Uzunluğundan dolayı eskiden Hudayar Bey’e bir lakap takmışlardı. Ama, ben onun geçmişinden konuşmayacağıma söz verdim. Yalancı olmaktan korkarım. Evet, boyu uzundu, kaşları, sakalı kapkaraydı. Yüzü de esmer, çok esmerdi. Gözleri simsiyahtı, gözlerinde bir zerre kadar ak yoktu. Öyle ki, Hudayar Bey, bazı zamanlar, kalpağını gözlerinin önüne iter, kalpak kara, gözler kara, yüz kara olurdu. Kalpağın altından gözleri öyle ışıldar ki, insan dehşete kapılır. Sanki, hendekten kurbağa bakıyor gibi olur o zaman.

      Bunların hepsini geç. Hudayar Bey’in büyük bir kusuru var. Burnu eğriydi; eğriydi ama fena eğriydi. Eğri var, eğri vardı. Ben, burunları eğri bir çok güzel gördüm, ama Hu-dayar Bey’in burnu fena eğriydi. Burnunun yukarısından bir kemik uzanmış. Kemik doğru, ama aşağısının eti horoz ibiği gibi, sol yana düşmüş. Anadan mı olmaydı, sonradan mı olmuş bilmem. Ama çok kötü bir burundu, vesselam. Hudayar Bey’e güzel bir adam denemez.

      Hudayar Bey, iki yıldır, Danabaş’ta muhtarlık yapıyor. Onun muhtar olmasının da pek çok hikâyesi var. Hudayar Bey, diğer muhtarlar gibi muhtar olmamıştı. Sonra, âdet şöyleydi, muhtarı cemaat seçerdi. Ama Hudayar Bey’in muhtarlığı başka türlü ve çok kolay olmuştu.

      Önce, yani bundan iki yıl önce, Hudayar Bey, başkanın yanında çavuştu. Olaylar öyle gelişti ki, başkan, Hudayar Bey’in anasını nikahladı. Başkanın, kendi yakınını koyup, başkasını muhtarlıkta bırakmayacağı belliydi. Bir hafta içinde muhtarı sıkıştırıp, görevden aldı. Bir süre, köy muhtarsız kaldı. Sözün kısası, halk bir zaman gözünü açıp baktı ki, Hu-dayar Bey, muhtar ki ne muhtar!.

      Hudayar Bey, muhtar olunca çok değişti. Önce giysilerden başladı. Elbisesini yenileyip, eline bir kızılcık sopası alarak, adının Hudayar değil, Hudayar Bey, olduğunu bildirdi. Kimin cesareti varsa sorsun, beylik ona nereden gelmiş?! Fakat, halk beyliğin ona şuradan, yani başkanın anasını nikahlamasından geldiğini biliyordu. Muhtar Hudayar, yirmi otuz kişiyi, yanlışlıkla Hudayar Bey demeyip, Muhtar Huda-yar demeleri yüzünden hapsetti.

      Muhammethasan emmi, “Çöçe, çöçe” diyerek, eşeği sokağa çıkardı. Eşek dışarı çıkınca, yedi sekiz yaşlarında, çıplak, başı açık, kel bir oğlan çocuğu, kendini sokağa attı; ağlayıp, bağırarak koşup, eşeğin kuyruğundan yapıştı. Bu oğlan Muhammethasan emminin küçük oğluydu:

      –Eşeğimi götürme. Vallahi bırakmam! diye ağlamaya başladı.

      Oğlan, böyle ağlayarak, sızlanarak eşeğin kuyruğundan sıkıca yapışmış bırakmıyordu ki, hayvan hareket etsin.

      Muhammethasan emmi, gerçekten çok şefkatli bir babaydı, hiçbir zaman evladını üzmek istemezdi. Onun için, yanına gidip, yumuşaklıkla oğlunu sakinleştirmeye çalıştı.

      –Sakin ol oğlum. Eşeğin akşam yine eve dönüp gelecek. Eşeğe ne olur? Eşeği satmıyorum ki! Hudayar Bey emmin şehre götürecek, orada ona çokça arpa verecek.

      –Yok, vallahi, hiç bırakmam… Nereye bırakayım gitsin ha!.. Hiç bırakmam… Hiç, bir kere bile!

      Oğlan, bu sözleri söyleyerek yine avluya sokmak için eşeğin başını çomakla çeviriyordu. Bu sırada Muhtar Huda-yar, oğlanın arkasından gidip, kürek kemiğine bir sopa…:

      –Köpek oğlu köpek! Eşeği nereye götürüyorsun? Gözlerin kör mü, beni burda görmüyor musun? Vallahi, derini yüzerim!

      Oğlan “Vay vay!” diyerek, kaçıp avluya girdi. Muhtar Hudayar, eşeğe binip, şehre doğru yöneldi. Köylüler de bir bir dağıldılar. Muhammethasan emmi, muhtarı yolcu edip, oğlunun ardından asabı bozulmuş bir halde evine gitti.

      II

      Hudayar Bey, öğlen vakti şehre vardı.

      Hudayar Bey, Muhammethasan emmiden eşeği isterken, “Beni reis istemiş.” dedi. Fakat yalan söylüyordu, reis istememişti, başka bir niyeti vardı. Muhtar Hudayar, eğer reis için şehre gitseydi, biraz erken gitmesi gerekirdi. Kaza reisinin ancak öğlene kadar mahkemede olduğunu, öğlen olunca mahkemenin kapandığını kendisi de biliyordu. Hayır, Huda-yar Bey’in başka bir maksadı vardı.

      Hudayar Bey, eşeği kervansaraya bırakıp, pazara yöneldi. Yedi girvenkelik4 şekerlerden bir kalıp alıp, yeleğin altına soktu. Pazardan çıkıp, Buzhane Mahallesine doğru yürümeye başladı. Biraz gidip, soldaki sokağa döndü. Bu sokağın başına kadar ilerleyip, yine sol tarafa döndü. Bir dar sokaktan gidip, arkı atladı. Alçak bir kapının yanında durup, şekeri yere bıraktı. Üstünün başının, tozunu toprağını temizlemeye başladı. Sol ayağını kaldırıp, sağ eliyle, sağ ayağını kaldırıp, sol eliyle şalvarının paçalarını sildi ve kalpağını çıkarıp sol eline geçirdi, sağ eliyle de o tarafını bu tarafını çırpıp, başına koydu. Şekeri koltuğunun altına alıp, bir kez öksürdü ve kapıyı çaldı. Avludan bir kadın sesi geldi.

      –Kim o?

      Hudayar Bey, bir daha kapıyı çaldı. Biraz sonra, dört beş yaşlarında bir kız çocuğu kapıyı açtı, Hudayar Bey’i görünce kapıyı örterek, avluya kaçtı. Avludan kızın sesi duyuldu.

      –Ay ana, kapıda kocaman biri duruyor.

      Hudayar Bey, kızın sözlerine biraz gülüp, seslendi:

      –Kız, Kadı Ağa evde mi?

      Kız, Hudayar Bey’den o kadar korktu ki, cevap vermeye cesaret edemedi. Bu sırada kapı açıldı, genç bir delikanlı kapıyı aralayarak, merakla gözlerini Hudayar Bey’in gözlerine dikti.

      –Kadı Ağa evde mi?

      –Evde, ne istiyorsun?

      –Kadı Ağa’yı görmek istiyorum.

      Delikanlı, bir şey söylemeden kapıyı örtüp, gitti ve sonra geldi, kapıyı açtı.

      –Buyur, dedi.

      Hudayar Bey, başını eğerek, kapıdan içeri girdi, avluya iki basamakla indi. Herhalde, Kadı’nın karısı avluda çamaşır yıkıyordu; çünkü delikanlı kapıyı açmadan haber verdi:

      –Hanım, çekil, adam geliyor.

      Avlunun bir tarafında çamaşır teknesi vardı, yanına çokça yıkanmış çamaşır yığılmıştı. Pis su, yani çamaşırın kirli suyu akmış, kapının yanında göl oluşturmuştu. Huda-yar Bey’in girdiği yer, avluya hiç benzemiyordu; çünkü, burada dört duvardan başka bir şey yoktu. Avlunun eni on adım, boyu on beş adım ancak gelirdi. Sol tarafa duvara doğru, pişmemiş kerpiçler yığılmıştı. Sözün kısası, burası belki Kadı’nın arka avlusudur; çünkü, bu şehirde bahçesi olmayan ev yoktu. Hasılı, Kadı’nın bağı bahçesi varsa bile Hudayar Bey, bu girdiği arka avludan başka bir şey görmedi.

      Delikanlı, avlunun sağ tarafından dar bir yola girip, kayboldu. Biraz sonra, beli bükülmüş, ihtiyar bir adam, bu dar yoldan çıktı, sol eli cebinde, sağ eli gözlerinin üstünde biraz yaklaşıp, Hudayar Bey’e;

      –Ne diyeceksin, dadaş?

      –Emmi, Kadı Ağa’yı göreceğim, işim var.

      –Nerelisin, azizim?

      –Ben Danabaş muhtarı, Hudayar Bey’im, Kadı Ağa’yı görmek istiyorum.

      –Yeleğinin altındaki nedir, gadasını aldığım?

      –Şeker, Kadı Ağa’ya getirdim.