Smagul Elubay

Arasat Meydanı


Скачать книгу

kadınlar da oralardaydı. Sıkıca giyinmişler. Hızlı hareket ediyorlardı. Ezbergen, kollarını sıvayarak baltayla etleri parçalara ayırarak tabaklara paylaştırmaktaydı.

      – Buyurun alın… Alın… Sadaka olsun diye kesilip dağıtılan ettir bu. Diyordu babası, sabah sessizliğinde sesi yankılanarak.

      – Mutfağında kocaman kazan kaynamaktaydı. Altında alev alev yanan ateş vardı. Babası kısrağın kalan etinin hepsini o kazana koydurtur. Et pişene kadar köy adamları çadırları sökerek toplamaya koyulurlar. Toplanan yükleri top top yapıp balyalayarak, develerin üzerine yüklemek üzere bağlayarak hazır etmekteler. Köyün bütün ahırlarının ağaçlarını bir araya toplayarak bağlamakta olan Bulış ile Kozbağar’ın işleri pek yolunda değildi. Herkes onların yanına toplanmıştı. Fahreddin biraz düşününce, evden bilek kadar kendir bir urgan aldırtır. Bulış’a “Deveyi getirmeye başla,” der. Tam ortada kocaman bir deste ağaç durmaktaydı, Fahreddin:

      – İki urganı, iki tarafından sararak bağla.

      Bulış, paytak paytak yürüyen Şoyınkara’yı6 getirir. İri kara deve burnunu yukarı kaldırarak millete tepeden bakıyordu. Tüy dolu göz kapaklarının altından soğuk bakan gözleri pırıl pırıl parlamaktaydı. Bulış, dev Şoyınkara’yı destelenmiş ağacın önüne getirip çömeltirken deve de dişlerini bilemekteydi. İki delikanlı devenin üzerine eyer atarak iki yandan ayaklarıyla iterek kolanını çekerler. Deste ağaca bağlanan urganın ucunu getirerek eyerin iki yanına sıkıca bağlarlar.

      – Haydi, kaldır bakalım şimdi, haydi, yürü…

      Şoyınkara, dev gibi vücuduyla yerinden zor kalkar.

      Bulış onu yedeğe alarak yürütür. Kar kalınlığı, devenin diz boyuna gelmektedir. İri hayvanlar olmasa küçük hayvanlar yürümeyecek kadar ortalığı kar basmıştı.

      – Haydi, sür! Sür, bakalım…

      Çıkrık çekmeye alışmış Şoyınkara, o kocaman ağaç destesini silkerek çeker. Ağaç destesi, karı ortadan ayırarak sürüklenmeye başlar. Sonunda, genişliği bir kulaç boyunda yol açılınca, Şarip bebek gibi sevinmeye başlar.

      – Vay bee… Kurbanın olayım, hayvana bak bee…

      Tan ağarır ağarmaz gürültü patırtıyla toparlanmaya başlayan millet, bu defa yüklerini düğümleyerek, develerini hazır ederek, hep beraber hareket etmek üzere hazır olurlar. Ortada sadece Fahreddin’in mutfağı kalır. Herkes oraya toplanır. Küçücük ev ağzına kadar insanlarla dolar. Sofranın ortasına tabak dolusu et getirilir. Semiz ve taze kısrak etinin buharı iştah açıcıdır. Buradan yola çıkınca bir günlük uzaklıktaki Masatı yerlerine ulaşmadan durmayacaklardı. Bunun farkında olan millet, sofraya getirilen birkaç tabak dolusu eti sünnetleyerek silip süpürürler. Yağlı etin üzerine birer kâse sıcak çorba da içerler. Bir süre sonra terleyerek rahatlayan ve yanakları kızaran delikanlılar yavaş yavaş dışarı çıkmaya başlarlar. Soğuk rüzgârla ayazdan etkilenmeden, avuçlarına aldıkları karla ellerini yüzlerini ovuştururlar.

      – Damat Bey, nasılsınız? Diye, gülen esmer Bulış, Kozbağar’ın ensesini sıkar. Kozbağar’ın çekik gözleri bir çizgi gibi daha da kısılarak küçülür ve iki omuzunu sallayarak kıkır kıkır gülerken, yanındakiler kendi aralarında yorum yaparlar;

      – Çocuğun keyfi yerinde galiba.

      Yemekten sonra millet, develerini bağırta bağırta yüklerinin yanına çömelterek, güçlüklerle çadırlarının ağaç parçalarını develere yükleyerek, apar topar yola koyulurlar. Kadının hamaratlığıyla erkeğin gücü, böyle zamanda belli olurdu. Böyle anda yüklerini hem çabuk, hem de muntazam bir şekilde yükleyemeyen kimseler etrafa rezil olurlardı. Beceriksiz kadınla güçsüz, gevşek adamın yüklediği yükler, tepeyi aşmadan sarkarak devrilirdi. Kalabalık içinden Şarip’in viyaklayan acı sesi gelir. Böyle anlarda panikleyerek ortalığı bir birine katmak onun âdetiydi. İşinden ziyade sözü çoktur. Sabahtan bu yana Şege’ye bulaşıp durmaktadır. Genelde, babasının sağ kolu gibi olan ve işinde becerikli olan Şege, bugün pek keyifsizdi. Hareket etmeye hiç niyeti yoktu. Ona kızacağım diye, babasının da sesi kısılmaya başlamıştı. Hangisini alıp bakacak olsa, Şarip’in çocuklarının hepsi, ayrı bir sorun gibiydi. Kocaman olsa da ellerinden bir şey gelmeyen kızlarının hali ortadaydı. Büyüğü on dört yaşına basmıştı, fakat bunların hepsi halen çocuk gibiydi.

      – Hey, Balcan, Narcan, Kalcan, Aycan, Gülcan! Vay geberesiceler, millet taşınırken siz ne diye rahat rahat oturuyorsunuz bakıyım? Vay, sizi yaramazlar, derken, çömelttiği devesi aniden kalkıverir.

      – Vay, seni, kahrolasıca… Hey, çök! Çök! Diye, Şarip devenin etrafında koşuşturup duruyor, deve ise bir yerde durmak bilmiyordu.

      – Vay, senin… Edepsiz perilerden olma, şeytandan doğma iblis, seni… Hey, Şege, nerelerdesin? Öteki ayağını tut.

      Gücü kuvveti yerinde olan Bulış gelerek, âsi deveyi çömeltmeye yardım edip, Şarip eski evinin eşyalarını iki deveyle bir ata yükleyene kadar köyün bütün insanları yola hazır olup, göç yolunu bulmuştu.

      – Vay, seni domuz, der Şarip, kendi kendine mırıldanarak.

      Öğle saatleri olur. Hava biraz bulutluydu. Boz renkli gökyüzü uzayıp giderek, bembeyaz karlarla kaplı sessiz kırlarla buluşmaktaydı. Her yanını kaplayan bembeyaz bir dünyanın içine uzanan göç vardı. Yoluna devam edemeden beklemekteydi.

      Bir deste ağacı sürükleyerek göçün ilerleyeceği yolu açacak dedikleri Şoyınkara, sallanarak, yedeğe yürümüyor, zorluk çıkartıyor ve herkes ona bakıyordu. Bulış, inatçı devenin arkasından kamçıyla kuvvetli bir şekilde vursa bile, Şoyınkara başını sallayarak olduğu yerde durmaya devam ediyordu. Fahreddin Şoyınkara’nın yanına koşarak gelip:

      – Dur, vurma. Usulünü bulmak gerek.

      – Bu, mübareğe bir şey olmuş, der, Bulış da pek şaşırarak.

      Koyunların melemelerinden hiçbir şey duyulmamaktaydı. Kalın kara gömülerek, bir adım ilerleyemiyor ve durmadan meliyorlardı. Zavallı çobanlar ise keçileri öne çıkarmak için uğraşıyorlardı. İlerideki kır başında Majan Bay’ın köyü de ayaklanarak, çadırlarını sökerek, yüklerini toplamaya çalışmaktaydı.

      Karı çekip, yolu açacak dedikleri deve, biraz ilerleyince dişlerini bileyerek geriye bakıyor ve hareketsizce olduğu yerde duruyordu. Millet ne yapacağını şaşırmıştı. Develerinin üzerine çıkarak yerleşmiş olan kocakarılar, Şoyınkara’ya beddua ediyorlardı. Kadın kızlar atlarına binip, göç yanında yığılıp bekliyorlardı. Atına binen Hansulu da onların arasındaydı. Başında tilki başlığı vardı. Siyah pelüş astarlı sincap derisinden dikilen kürkünün belini kalın gümüş kemerle sıkıca bağlamıştı.

      Arkalardan Fahreddin’in telaşlanan sesi gelir:

      – Tüh, lânet olası… Şu yaşlı devenin ne istediğini anladım, diyerek iki omuzunu sallaya sallaya güler. Hey, delikanlılar! Şu deve sürüsünü öne çıkarın bakayım. Bütün mesele onda.

      Delikanlılar koşarak göç sonunda beklemekte olan develeri hızla kovalayarak göç önüne doğru çıkarırlar.

      Gözlerinin üzerinde tüyleri sallanan Şoyınkara, koşarak yanından geçen diğer develere süzülerek bakar. Bu Şoyınkara’nın sürüsüydü. Yaz boyunca Sarıjazık’ı boylayarak yanında koşturduğu kendi sürüsüydü. Burnuna diğer develerin nahoş kokuları geldiğinde kocaman deve, bir şeyler hissetmişçesine bundan sonra hareketlenmeye başlar. Çığlık atarak yine dişlerini