Marhabat Baygut

Ses Rengi


Скачать книгу

sonra Kanşayım bir konuşma yaptı. Altı yıl boyunca çektiğimiz sıkıntılardan bahsetti, yaşadığımız çeşitli ilginç olayları hatırlattı. Kırk kızın bazıları gözyaşlarını tutamadı. Kanşayım iki elini keten çantaya soktu.

      Adları okuyup bana veriyor. Kendimizce tören yapıyoruz. Ben bayanların ellerini sıkıp yanaklarından öptükten sonra sert kâğıt parçasını takdim ediyorum. Eller alkış tutuyor. Rektörü beklemiyorduk, ama en azından dekanımızın takdim edeceğini umuyorduk. Ne çare. Ancak bizim törenimizin de resmî törenden geri kalan yanı yoktu.

      Yirmi kadar kızın diplomasını verdikten sonra başım dönüp gözlerim kararır gibi oldu. Misis Mayra’yı öpüp öpmediğimi hatırlamıyorum bile.

      Bir süre sonra kendime gelir gibi olduğumda Kanşayım’ın erkeklerin diplomalarını vermeye başladığını gördüm. Erkekler yanağından şapır şupur öpüyorlar. Sıra bana da geldi. O elimi sıktı. Ben öpemedim.

      – Olmaz! Olmaz! dendi bir ağızdan.

      – Kanşayım senin diploman nerede? Onu da “dekan” takdim etsin! Öpsün! diye bağrıştı kırk kız. “Dekan” unvanına diploma takdim etme töreni sırasında sahip olmuştum. Bana göre pek iyi unvan sayılmaz.

      Keten çantanın dibinde bir tek diploma kalmış. Kanşayım’ın elini sıkıp on kadar erkeğin öptüğü yanağından değil o an boyasız ve kıpkırmızı olup nemlenen dudağından öpüverdiğimi hatırlıyorum. Uzun uzun alkış tutuldu… Affet beni sekiz yıllık okulum! Affet. Affet küçük dağ geçidinde doğurarak küçük çocuğumun göbeğini taşla kesen Talbikem!

      Böylece herkes kendi yolunu tuttu. Dışarıdan okumak öyledir işte. Ancak altı ay kadar arada yazışarak haber aldık birbirimizden. Yavaş yavaş unuttuk. Ne onuncu, yirminci yıl dönümlerde bir araya geldik, ne de aynı sınıfta okuduk diye birbirimize yardımcı olduk. Dekan Bey’in söyledikleri gerçekten doğru muydu yoksa?

      Günlerin birinde Talbike’yi doktora götürmek üzere büyük şehre gittiğimde misis Mayra’yla karşılaştım. Hiç değişmemiş, hâlâ genç hâli. Benimle isteksiz, memnuniyetsiz bir şekilde merhabalaştı. Veteriner eniştemiz bir çocuğun elinden tutmuş geliyordu. Ağzı kulaklarında iki elini birlikte uzattı. O da yetmeyip kucağını açtı. Eskiden olduğu gibi!

      – Delikanlı büyümüş!

      – Bildiğin iki diplomanın biri işte. Ben adını Dekan koymuştum. Mayraş istemeyip Dikan diye değiştirdi. Ben yine de Dekan diyorum. Mayraş’ın tez danışmanı vardı ya, hatırlarsın, dedi veteriner.

      Misis Mayra kaşlarını çattı. İngilizce bir şeyler söyledi. Hatırlamak için uğraştım. Dilimin ucunda. Fakat güzel bir kelime değildi kocasına söylediği. Bir de birkaç yıl önce Kanşayım’a rastladığından, kendisinin hâlâ evlenmediğinden bahsetti. Aynı okulda çalışıyormuş.

      Gitmek için acele ederek deminki İngilizce kötü kelimeyi bir daha söyledi veterinere. Tercümesi dilimin ucunda, söyleyemiyorum.

      Evet, İngilizceyi tamamen unutmuşum. Hepsini de unutacağız muhtemelen. Yaygın eğitim böyle bir şeydir işte. “Kün yime, tün yime yadag yelü tegdimiz…” bizimki.

      CALBIZDI’NIN 4 KENARINDA

      Kudıksay’da koyuna sırayla bakılır. Devletin hayvanına bakan çobanlarda bir sorun yoktur. Ancak özel hayvana bakma işini ayıp görmeye başlayalı çok olmuştur. Son çoban olan merhum Nazar da yaşlanmış, iki yıl önce emekli olmuştu. Bir kaç gün sonra ölümünün kırkıncı günü dolayısıyla mevlit okunacak.

      Koyun bakma sırası iki ayda bir gelse de Tursınbek her seferinde söylenir durur. Kendisi kolhozda5 vasıfsız işçidir. Aslında lodacıdır. Başlodacı da denebilir. Kudıksay’da beş altı ahır koyun mevcuttur. İşte onların yanına ikişer loda saman yığılır. İlk otların toplanmasından başlayıp lodanın tepesini sivrileştirmeye, dökülen otları ayıklayıp etrafını silene kadar tüm işlere göz kulak olur, sorumluluğunu üstlenir. Geriye kalan zamanlarda ise vasıfsız işçidir.

      İşte özel koyunlara bakma sırası bugün Tursınbek’te. Saman biçme zamanı henüz başlamadı. Yoncanın ilk hasadı toplanmıştı. Şimdi kırdaki ve Jalbız’ın kenarındaki otlar biçilene kadar on on beş gün kadar istirahat edilebilir.

      Artık civarda hayvanların otlayabilecekleri yer de kalmamıştır. Özel hayvanlar ancak Şoşaktöbe’nin etrafını dönüp tozu dumana katar dururlar. Çayırlı yerlere sokmak yasaktır. Tursınbek, otsuz dağ yamacında yan yatmış hâlde diken kemiren keçilere, ayrık otunun kalıntılarını kütür kütür koparan sessiz koyunlara baktı. “Kütür, kütür, kütür”. “Kütür, kütür”. Arada bir “yeh he”, “yeh yeh” diye zayıf toklular öksürür. Keçilerin çoğu kuşburnuna bağlanmış gibiler. Sadece Habarbek’in siyah tekesi yerinde duramıyor. Uzun zamandır yaşayan siyah teke. Bu köyün keçilerinin hemen hemen hepsi ona çekmiştir. Geçen nöbette baş belası teke tüm hayvanı daha yeni yeşermeye başlayan yonca tarlasına sokup zor durumda bırakmıştı. “Senin teken başıma bela oldu” diye Habarbek’e epey kızmıştı. O da kıs kıs gülmüştü.

      “Kütür, kütür, kütür”.

      Bu tür tekdüze sesler sallamış olmalıdır ki Tursınbek’in gözleri kapanmış. Dağ yamacında yan yattığı hâlde uykuya dalmış. Aniden yerinden fırlayıverdi. Koyunlar da yerinde, keçiler de yerinde. Gözlerini ovalayıp Habarbek’in siyah tekesini aradı. Yerinde. Öğle oldu, artık bir yere gitmezler.

      “Eyvah, eşek nerede?” Eşeği de kulakları sarkmış sakin sakin duruyordu. Peki şimdi nerede? Şimdi ise vadinin aşağı kesimine kadar inmiş durumda.

      Köye doğru yavaş yavaş gidiyordu. Onun nesi var böyle? Peşinden mi koşması gerekiyor? Belki de boşuna koşmuş olacak. Booş veeer. Bir gün yaya dönse bir şey mi olacak?

      Tursınbek eğimli dağ yamacığına tekrar uzandı. Tekrar yerinden fırladı. “Ne diye yatıyorum ben? Eyvaah! Eşek kendisi gitse neyse de, eyerin yan tarafında öğle yemeği asılı durmuyor muydu? Bir tandır ekmeği, soğan ve bir şişe ayran vardı ya torbada! Bir gün açlıktan ölecek değilim, ama ya şu eşek yolda kudurursa. Kendi kudurmazsa da başıboş dolaşan eşekler kudurtursa. O zaman eyere bağlanmış öğle yemeği bir tarafa, kolanına dört yerden dikiş atılan eyer takımı bir tarafa dağılıp saçılırsa. Eyvaah! Eyerin ikinci tarafında Cambıl’daki Cemile’nin yetmiş iki soma6 aldığı “Spidola” marka radyosu da var! Bir yere de radyosu atılırsa. Boş bulunmayıp da öğle konserini vermeye geçtiyse… Peki, bu kimin eşeği, Tursınbek’in eşeği derlerse… Olmaz, peşinden gidip yetişmek gerek!”

      Tursınbek bir kilometre kadar koşarak kestirmeden eşeğinin önüne çıkıverdi. Ancak nefes nefese kalmış hırıldıyordu.

      Eşeğin eyerine yaslanmış nefes nefese dururken merkezden dönen Habarbek’i gördü.

      – Koyun peşinde olman gerekirken oyun peşindesin bakıyorum.

      – Koyunu senin siyah tekene emanet edip Jalbızdı’ya yüzmeye gitmiştim. Şimdi de öğle konserini dinliyorum.

      – Anlaşılan eşeğin kaçmış da koşmaktan nefesin tıkanmış. Şimdi ben açarım. Müjde olarak ne vereceksin?

      – Yapma ya. Senden ne iyi haber gelir ki.

      – Söyle. Müjdeni söyle. Yüreğini yerinden oynatacağım bak.

      – Hadi ben gidiyorum,