Marhabat Baygut

Ses Rengi


Скачать книгу

büyük olanlar çabuk alışmışlar. Kisa’nın alışması ise bir yıl sürmüş. Yürümeyi iyice öğrenip koşmaya başladığı zaman bile uzun süre apartman merdiveninden elinden tutarak indirip çıkarmak kolay olmamış.

      Sonra ikna olup her şeye alışmış. Şimdilerde şehirde doğmuş, bütün hayatı boyunca yüksek evde yaşamış sanırsın. Yine de köy dendiğinde ağzının açık kaldığı saklanamaz.

      Kisa, babasının hep anlattığı uzaktaki köye hiç gitmemiştir. Arkadaşlarının hepsinin dedeleri ve nineleri vardır. Dedelerinin ve ninelerinin yanlarına giderler, onlar ziyarete gelirler. Fakat Kisa’nın kaderine dede ve nine yazılmamış. Bunların babası çok uzakta bir yerdeki dağların dibinde doğmuş. Kisa’dan biraz daha küçük yaşta iken uzaktaki ilçe merkezine taşınmışlar. O zaman da babasının babası görevden dolayı taşınmış. Köyden bahsettikçe Kisa’nın gözlerinin önüne büyük köy canlanır. Babasının anlattığı köyün başka köy olduğunu daha yeni yeni anlamaya başladı.

      Her yıl kış aylarında evlerinde uzaktaki köyle ilgili ilginç şeyler anlatılır. Babası ilk önce köyün temiz havasından bahseder. Temiz hava dendiğinde Kisa’nın aklına cam açıldığında odaya giren hafif rüzgâr gelirdi ve babası temiz havayı ağızdan salya akıtarak anlattığından olmalıdır ki dilinde güzel bir tat hissederdi. Yüksek yüksek tepelerle mavimsi dağlardan, onların aralarından geçip duran hayvanlarla kuşlardan söz edildiğinde Kisa’nın boynu bükülürdü. Babası özellikle çeşit çeşit otları anlatırken hiç sıkılmazdı.

      İlkbahar gelir gelmez Kisa’yı köye götürmeye söz verirdi.

      Bütün kış ilginç hikâyeler anlatıp vaatler yağdıran babası ilkbaharda mutlaka hastaneye yatardı. Hastaneden çıktıktan sonra da uzun süre içine kapanır, kimseyle konuşmaz, sessizliğe kapılırdı. Böylece günler geçer, yaz da gelirdi. Yazın malum işler dolup taşardı. Hikâye de, vaat de unutulurdu. Bazen babasının keyifli olduğu anlardan istifa edip samimi ortamı bulduğu anda köyü hatırlatırdı.

      – Köyünüze ne zaman gideceğiz, baba? derdi nazlı nazlı.

      – Kaderinize dede ile nineyi yazmayınca zormuş. Kime götüreceğim sizi… Daha sonra bakarız, gideriz, der.

      Böylece yıllar yılları kovalar. Kisa annesi ile büyük köye gitmişti, ancak ücra dağlara gitmek nasip olmamıştı. Ücra dağlardan ilk gördüğü şey geyik otu olmuştu.

      Öncelikle geyik otunun kokusunu öğrendi.

      Bu, şöyle olmuştu. Babasının çeşitli otlar hakkında anlattıkları arasında işte bu geyik otu büyük öneme sahipti. O kadar çok anlatırdı ki muhtemelen bu otun adını diğer kardeşlerinden önce, daha konuşmaya başlamadan önce öğrenmişti. Daha okula başlamadan hayatında hiç görmemiş de olsa aklında canlandırıp ana özelliklerini öğrenerek resmini de yapardı. Bir defasında babasına gösterdiğinde babası benzediğini itiraf etmişti.

      O sene babası hastaneden çıkmış olmasına karşın sürekli öksürüp duruyordu. Öksürdükçe alnından önce boynu şıp şıp terler, çok rahatsız olurdu. Annesi ne yapacağını şaşırmış, poşet poşet ilaç getirip eşinin önüne koymuştu. Babası ilaçları bir o yana bir bu yana çevirmiş ve:

      – Bunların bin tanesi bir araya gelse bir demet geyik otunun yerini tutamaz, onun bir sapının verdiği tadı veremez, demişti.

      – İyice nefesin tükenip tahtalıköye gitmeden bir tanesini iç. Bütün yaz kâğıt kemirirken ne düşünüyordun? dedi annesi. – Koltuğa çakılıp kalacağına ücra dağına gidip bir deste getireydin ya, ne getireceksen. Geyik odunu mudur, elik odunu mu?

      – Odun değil, geyik otu, dedi babası öksürmekten daha çok boğularak. Fakat yine de vazgeçmez. – Odun değil, ottur, ot, geyik otu. Ö-hö. Hö, hö, ıhı, ıhı, hı…

      – Otun oduna, sen de oduna karışıp neden yanarak yok olmazsınız ha! Yanarak!

      Bundan sonra ikisinin kavgasını dinlemek istemeyip yavaşça yerinden kalkıp sessizce kitabını kapattı ve diğer odaya geçti.

      – Kisacığım! diye seslendi bir ara babası.

      Gittiğinde kafasını dik tutan babası saçlarını kuruturcasına uzun ve zayıf parmaklarıyla tarar gibi sıvazlayarak gülümsüyordu. Babası ya ilaç almış olmalıydı, ya da sinirleri yatışmıştı. Annesi yatak odasına geçip yatmışa benziyordu.

      – İnsanlar uzun zamandır çocuklarına mektup yazmaz oldular, – dedi babası gülümsemeye devam ederken Kisa’nın başını okşayarak. – Şimdi ben de boşuna o kadar kâğıt harcadım. Başaramıyorum. Sen yazabilir misin? Ben söylerim. Dikte yazar gibi.

      Kisa çok mutlu oldu. Babasına elinden geldiğince yardımcı olmayı çok ister. Şimdi altıncı sınıfa gidiyor. Okuması ve yazması çok güzel. Daha güzel çizdiği resimler için öğretmenlerinden hep övgü sözleri duyar. Her toplantıda söylerler, öğretim yılının sonunda takdir belgesi alır. Daha çok otların resmini yapmaktan hoşlanır.

      – Maşallah altıncı sınıfın da yarısını tamamlamışsın, dedi babası Kisa’yı uzun zamandır görmemiş gibi hayretle bakarak. – Sana çok mahcup olmuşum ya! Köye götüreceğimi söyleyeli kaç ilkbahar, kaç yaz geçti değil mi? Seni beşinci kata elinden tutup zorla çıkarıp ensenden dürtüp zorla indirdiğim günler daha dün gibi geliyor.

      Kisa gülümseyerek babasına bakıyor. Daha dün saçları gür ve simsiyah idi. Diğer çocukların babaları gibi çok şişman değildir, koca göbeği de yoktur. Boyun ve kolları da kalın değildir. Zayıftı hep. Fakat saçları gür ve simsiyahtı. Hafif kıvırcıktı. Bu yüzden diğer çocukların şişman şişman, göbekli göbekli babalarından biraz da olsa genç görünürdü. Şimdi ise Kisa babasına bakınca onun saçlarının iyice azaldığını, yarısının beyaza dönüştüğünü görüyor.

      – Gerçekten de zaman çok hızlı geçermiş baba, dedi Kisa. – Okul sanki daha dün başlamıştı, şimdi ise yılbaşı için hazırlık yapıyoruz. Bak, dışarıda kar yağıyor…

      – Öyle mi?! Kar mı yağdı? diyerek babası cama doğru acele etti. – Anlaşıldı, nefesimin neden aniden açılıp moralimin durduk yerde yükseldiği ve kendimi hafif hissetmeye başladığım şimdi anlaşıldı. Kar yağmaya başladı demek. Yağması iyi, değil mi? Yoksa her çeşit mikrop üreyip hastalık çoğalacak.

      Babası tekrar yerine oturdu. Avuç içlerini birbirine sürterken oldukça mutlu görünüyordu. “Babam da olmadık şeyler için sevinirmiş” diye düşündü. Karın yağmış olmasına kendisi de çok sevinmişti.

      – Şimdi de gıcır gıcır ayaz olsa, dedi babası. – Kâğıdın varmış, hadi yaz. Ben yavaş yavaş söylerim. “Şehirden köye selam” mı dersin, bir şekilde başlasana. Bana başlamak zor geldi ya. Başladın mı?

      – Başladım, dedi Kisa. Gerçekten de “Çimkent’ten selam!” diye yazmıştı.

      – “Dostum Kasımbek!” de şimdi. Eminim sağ ve salim bir şekilde doğduğumuz köyün güzel havasını teneffüs edip memlekette olmanın mutluluğunu yaşıyorsundur. Ailenin sıhhatte ve iyi günlerde yaşamasını dilerim. Dostum Kasımbek, öncelikle senin hiçbir yere gitmeyip köyde kalmanın ne kadar iyi olduğunu belirtmek isterim. Sağlığın da çok iyi tabii. Daha iyi olmasını temenni ederim. Seninle görüşmeyeli uzun zaman oldu. Ancak haberini alıyorum. Her sene ilkbaharda ve yazın köye gitme planı yaparım, fakat hiç zaman bulup gidemedim. Uzun lafın kısası benim sağlığım pek iyi değil. Uzun yıllar şehre gidip gelerek çalışma sağlığımı bozmuş. İçmediğim ilaç kalmadı.