Marhabat Baygut

Ses Rengi


Скачать книгу

bekleyen kimsenin olmadığını, boşu boşuna köpek gibi yorulacaklarını, sokakta kalmış gibi olacaklarını söyledi tekrar tekrar.

      – Annen çok doğru söylüyor, dedi babası. – Oralardan çok önceleri taşındığımız doğrudur. Gitmeyeli de yıllar olmuş. Duyduğuma göre yerel halk çok az kalmış, temiz hava, klorsuz su arayıp dışarıdan gelen pek çok kimse yerleşmiş. Bu nedenle sokakta kalmış gibi olacağımız kesindir. “Sokakta kalmak” derken atalarımız biraz abartmış olmalı. Şahsen ben bazılarının evinde kalıp mahcup olacağıma sokakta kalmayı tercih ederim. Geçen yüzyıldan kalmış arkadaşımız Kasımbek var ya, göğsümüzden itmez herhâlde kendisi söylediği gibi.

      İkisi bavullarını alıp yola çıktı. Annesi sinirlendiği gibi kalakaldı. Babası gergin ortamı yumuşatmak için her zamanki gibi türkü tüttürmeye başladı:

      Sen idin sabah kalkıp heeey, kuzuları serbest bırakan,

      Ben idim beyaz atla dolaşıp duran nazlım hey.

      Gelince sen aklıma heeey, güzelim hey,

      Göl olur aka aka gözyaşlarım nazlım hey…

      Büyük yol üzerinde otobüsü çok beklediler. Hepsi tıka basa dolu yanlarından geçiyor da geçiyor. Babasının söylediğine göre insanlar özel araç alıyorlar da alıyorlar. Öyle olunca otobüslerde yolcu azalmalı, kendileri rahat binmeliydi otobüse. O hayalleri henüz gerçekleşecek gibi değil.

      İkisi iki saat kadar yol kenarında toz ve duman yuttu. Otobüslerin bir tanesi bile durmadı. Arada bir babasına bakıyor, babası aynı şekilde keyifli duruyor. Merkezdeki otogara gidip bilet alarak otobüse rahat binmeleri için geriye doğru yarım saatten fazla mesafe yürümeleri gerekirdi. Keşke öyle yapsalarmış baştan. Babası hayatta özel araçlara el kaldırıp yalvarmaz. Fakat bazen de onların kendileri gelip dururdu. Bunu düşündükten sonra çok geçmeden bunların önüne kıpkırmızı Ciguli marka araba durdu. Kisa, çok sevindi. Kendisine ait küçük bavulu alıp koşmak istedi, babası pek istekli görünmüyordu.

      – Nereye? dedi Ciguli sahibi.

      – Gideceğimiz yer dağın dibinde. Öncelikle Obruçevka’ya gitmemiz lazım.

      – Obruçevka’ya kadar on beş som, dedi sakalı siyah, kaşı siyah, saçı siyah, fakat gözünün rengi belli olmayan genç adam.

      – Sağ ol kardeş, dedi babası. – Otobüsün bir som elli dört kuruş aldığı yer için sen on kat fazla istiyorsun. Hadi senin yolun açık olsun, bizim acelemiz yok. İzindeyiz, tatildeyiz.

      – On som.

      – Hayır, teşekkür ederim. Yalvarma istersin, yararını göremezsin.

      – Beş som, üstüne bilet keserim, – diye dalga geçmeye başladı gözlerinin rengi belli olmayan adam. – Beş kuruş için bilet kesmeyenin kolunu kesersin sen baş belası. Yüzünden belli oluyor. Yoksa bedava götürürdüm seni. Bekle öyle akşama kadar…

      Babası yerden taş aldı. Ancak Ciguli hızla hareket etti. Taş büyükmüş, değmedi. Kisa’nın morali iyi idi, şimdi ise nasıl davranması gerektiğini bilemeyip başı zonklamaya başladı. Babasına acıdığından ağlamak üzereydi. Ne yapmalıydılar? Hava da gitgide ısınıyordu.

      Sıcak havanın pek zararını görmediler. Obruçevka Köyü’ne giden otobüslerde yolcular azalmış olmalı ki bir otobüs durdu. Babası önce Kisa’yı bindirdi, ardından mırıldana mırıldana kendisi bindi.

      Öğleden sonrasının geç bir saatlerinde Obruçevka’dan dağ dibine giden otoyol kenarında bir araba daha bekliyorlardı. Şanslarına fazla beklemek zorunda kalmadılar. İyiliksever bir kamyonet dönüp yanlarına duruverdi. Sürücünün yanında kırmızı eşarplı kız oturuyordu:

      – Atlayın arabaya, dedi muhteşem bir gülümsemeyle, – dağa gidiyorsunuz değil mi?

      – Dağa gidiyoruz, dedi babası.

      – Biz biraz beride, sağıcıların oldukları yerde kalacağız. Sonrasındaki iki üç kilometre sizin gibi turistler için çok sorun olmamalı, dedi kız. – Yalnız çabuk olun, dağdaki öğle sağımına yetişmemiz lazım.

      Babası Kisa’yı önce bindirdi, ardından bavulları atıp kendisi de hızlıca atlayıverdi. Kamyonet süt konan beyaz fıçılarla dolu idi. Gidene kadar fıçılardan çıkan şıngır şıngır sesle güneş vurdukça ışıl ışıl olan araba kasası çok keyifliydi. Kisa’nın sevinçten yüreği ağzına gelmişti. Kamyonet yola döşenmiş çakıl taşları üzerinde hızla gidip bir tepeden diğer tepeye çıkıyordu.

      Bir vadinin yamacına bunların yeşil kahverengi bavullarına benzer renkte çadırlar dikilmiş. Kisa önce onların kamp olduğunu düşünmüştü, ardından yüzü parlayan su kenarındaki benekli inekleri fark etti. Akarsu yatağında bulunan bu ineklere sürü dendiğini biliyor, okumuştu. Araçtan kırmızı eşarplı kız indi zıplayarak. Üzerinde mavi elbise, ayaklarında beyaz benekli ayakkabı. Bunlara dönüp elini alnına götürüp gölge yaparak:

      – Bizim yaylamız işte budur. Sizin gideceğiniz köy şu küçük tepenin diğer tarafında, dedi muhteşem gülücüklerini saçmaya devam ettiği gibi. – Nehrin kenarından giderseniz daha çabuk varırsınız, otoyoldan giderseniz biraz uzun olur.

      – Size çok teşekkür ederiz. Sağarın bol olmasını dileriz. dedi babası.

      Köy insanlarının bazen imayla, üstü kapalı konuştuklarını, ineğe “sağar” da dedikleri olduğunu kitaptan okumuşluğu vardı Kisa’nın.

      – Hayır, şimdilik bırakın teşekkürü, dedi ikinci taraftan inen sürücü genç. – Bakıyorum, şehirlilere benziyorsunuz. Çocuğa süt içirin, o zaman yorulmaz. Tam turist olup çıkar.

      – Ayıp olur, dedi babası samimi teklifte bulunan sürücüye, kızdan beter çekinerek.

      – Hiç çekinmeyin, her çadırda birer tencere ayran vardır. Süt çok. Bu seneki planın iki katını gerçekleştireceğiz. Çocuğun midesi rahatlasın. Kendisi güçlü delikanlı olacak belli.

      Sağıcılar akarsu kenarındaki sürüye doğru gidiyorlar. Hepsi bunlara dönüp yabancı turist görmüş gibi baktı.

      – Bal parmaklı güzellerle parmaklarına özen gösteremeyen nazlı hanımlara selamlar! dedi kıvırcık saçlı sürücü genç. – İçmişken yeni sağılmışından içiver, dedi sonra Kisa’ya bakıp. – Hayatın boyunca tadı ağzından gitmez. Sağlık için de çok yararlıdır. İnsanın içini ısıtır, bağırsaklarını yumuşatır ve doymuş buzağı gibi hoplayıp zıplatır seni.

      – İçsek içelim ondan, diye imrendi babası.

      – İşte şuradaki, – en güzel ve başarılı sağıcımızdır. Görüyor musunuz? Onun sağdığı süt hijyen bakımından korkunç temiz olur, diyen sürücü o tarafa doğru yürüdü. Güzel kızla fısıldaşarak bir şeyler konuştu. Sağıcı kız bunlara bakıp samimiyetle gülümsedi. Evet anlamında başını salladı.

      Az sonra buharlı, taptaze ve köpüklü taze sütü lıkır lıkır içen Kisa’nın içini vadi içindeki mavi ışınlar aydınlatmıştı sanki. Boyalı kapla süt sunan kızın iki saç örgüsü dağılmamış, tokayla tutturulmamış, birbiriyle yarışırcasına beyaz önlüklerinin altında bulunuyordu. Hijyen şartları bunu gerektiriyor olmalıydı. Yoksa örgüleri beyaz önlüğün altında değil üstünde görmeyi çok isterdi. Babası sütten midir, ya da başka bir şeyden midir geyik otu çayı içmiş gibi terlemiş.

      Sağıcılara, muhasebeci kıza, hayırsever kamyonetin güler yüzlü sürücüsüne kıyamayıp veda eden bunlar dağ dibine