Marhabat Baygut

Ses Rengi


Скачать книгу

olduğunu, merhametli olduğunu söyledi. Yesmakan’ın işini devam ettireceklerini vaat ettiler.

      – Ne zaman… Bu kadar delikanlıya ne zaman üstatlık yapmıştı… Böyle pırıl pırıl gençlere… Allah Allah!!!

      Eskisi gibi mırıldanarak evine kadar geldi.

      Eşi ona bakmadı bile. Mutfağa geçti. Çay demledi. Eşi çayını verirken o buruşmayan yüzünü kapıya doğru çevirmişti. – Merhamet dediğin kaldı mı? Var mıydı eskiden?

      Yaş altmışa yaklaştı. Adam gibi elli yaşını kutlamadı. Kimseye söylemedi bile. Mütevazı göründü. Nedenini kendisi de bilmiyordu, fakat doğumun ellinci yılına tören düzenlemedi.

      Altmışı da aynen geçer herhalde. Yetmişi de değişmez. Seksenden yine bir şeyler bekler. Fakat kim bilir belki de altmış yaşını dolduramayabilir. İhtimal. – Şu şey gibi hastalık çıktı. Oturduğu şehirde bu hastalığı öyle adlandırmışlar. O hastalığın ilacını değil bu şehir, dünya bulamamış. – Şu şey gibi derler. – Gerçekten öyle miymiş? diye hayret eder. Biraz vakit geçer. – Ne dersin, falan öyle yapmış, derler. – Şu şey gibi demişti, korkunç gerçekten!

      Evet, ölümün kendisinden ayrılmadığını bir yerden okumuştu. Ölüm bir yerde bulunuyordur. Hatta seyrediyordur her şeyi! Bazen mırıldanan ölüm müdür, yoksa?! Odur! – Şu şey gibi’den mi tutar, o şey gibi’den mi alır, bir gerçek ki, bir gün gelir bir gün kalır.

      Ne kadar çok insan vardı. Ölürse, evet, ölürlerse, ne kadar adam ölür? Tebessüm etmek istedi. Ölü tebessümünü bulamadı. Sırıtmak istedi. Yapamadı.

      – Merhamet nerede? İnsanda merhamet kalmadı.

      Yıkandı. Sonra çay içti. Eşi işteydi. Kızı da, oğlu da ayrı eve çıkmışlardı. Çocuklarına karşı çok sertti. Çocukları yaramazlık yapmadılar. İkisi de üniversite mezunuydu. Evlenmediler. Merhametten uzaktılar. İhtimal, Yensebek vefat ettikten sonra evlenirler. Öyle sanıyordu. – İnsanlarda merhamet kalmadı! Yoktur merhamet!

      – Ben ölürsem kaç insan gelir acaba?

      Yine sırıtmak istedi. Biraz sırıtabildi. Yıkanmanın etkisidir. Yerinden kalkıp dolaba doğru yanaştı. İçki alarak kristal bardağın içine döktü. İçti dibine kadar. Yine içti. Yine… Ne derler; er olarak doğan adamın sayımı üçe kadardır. Telefonuna yaklaştı.

      Dostları var mıydı? Varsa, ne kadar? Pekiyi, öğrencileri? Hayatında ne kadar iyilik yaptı? Ne kadar genç delikanlıya merhamet edebildi? Okşayabildi mi? Yesmakan’ın cenazesine bir sürü genç geldi…

      Artık bundan sonra düşünceyi derinleştirmek istemedi. Sorular sanki sıkıyordu, cevaplar ise nefes aldırmıyordu. Birer düşman kesilmişler. Yine ezdi…

      Telefonunun yanında oturdu uzun vakit. Hanidir içmemişti şimdi içki damarlarında dolaşıyordu.

      – Ben vefat edersem, kimse gelir mi?

      – Yesmakan’a gelmeyen, beraber okuyan kimler var?

      Kızılorda’da Köbey var. İki sene önce toplantıda karşılaştılar, telefon numarasını vermişti. Yesmakan’a gelmedi. Onunla haberleşmek lazım.

      – Adam lazımmış, a-d-a-m… Mırıldanan hali iniltiye dönüştü. Artık düşünmeye vakit kalmadı. İşini aradı. Kızlar hızlıca bağladılar. Yensebek’in ses renginden ürkmüşlerdi.

      – Alo! A-l-o! Köbey sen misin? Hey, kanka-a-a! Eski öğrencilik yıllarından kalan kelimeyi bulabilmiş olmaktan memnundu. – İyi misin? Çoluk-çocuk nasıl? Beşi de mi evlendi? Önem vermiyorsun ha? Ses rengi yine bozuldu. – Deme ya, azalıyoruz valla… Yesmakan gitti kerata. Bugün… Bugün defnettik. Mektup aldım mı diyorsun. Gelmedin? Evet. Haklısın. Anlıyorum. Hepimiz zincirli köpekleriz. Çok güzel geçti. Yemekhaneye ben baktım. Her şeyi hallettim. Öyle işte… Bir haberleşeyim, dedim… Haberleşelim hep… Eve buyurun. Eski adres. İş eskisi gibi. Önemli değil, büyümeyi sizlere emanet ettik. Ok. Hadi görüşürüz. Selam söyle. Tamam. Bugün varız, yarın yokuz… İlişkiyi kesmeyelim. Evet…

      – Hızlıca konuşuyor. Benden kurtulmak istiyor kerata. Korkunç hal. Merhamet nerede? Hani nerede? Kimde var?! diye düşündü.

      Taraz şehrinde kim vardı? İç çekti. Kim vardı? Oradakilerin hepsi Yesmakan’a gelmişlerdi. Sınıf arkadaşlarından kimse yok. Sahiden, geçen sene sanatoryumda beraber olan Sayduali vardı ya? Onunla haberleşmek gerek.

      – Alo! Sen misin Sedoş! Tanımadın mı? Sanatoryumda aynı odada kaldık ya. Evet, benim. Birkaç kere aradım mı diyorsun? İş gezilerimiz çok. Nasılsın? Sağlığın nasıl? Her şeyden önce sağlığın nasıl oldu? Diğeri ise satılır. Dediğin gibi öyle işte. Bizler… Eski hastalık. Hastalıktan ölürsem cenazeme gelir misin? Efendim? Şaka tabii ki? Seni aklımdan çıkartmadım. Bu sene sanatoryuma gidemeyeceğim. Biraz gezmek istiyorum. Seni de ziyaret ederim. Şimdilik o hastalıktan öleni görmedim. Eğer başka bir hastalıktan vefat edersem bir avuç toprak atmaya gelirsin. Hadi bakalım, söz ver. Nasıl? Ölüm dediğin bir anlık… Bugün bir arkadaşımı gönderdim. İyi dostumdu. Gitti öbür dünyaya. İyi insandı. Hayatta olsaydı büyüyecekti. Hayır, kaza değil. Şu şey gibi… Evet, öyle. Bizde ona – şu şey derler. Ne ise. Seni çok özledim. Haberleşelim yine. Eve buyurun. Sonbaharda, tamam gelirim…

      Yensebek bir an sessiz kaldı.

      Gerçekten de şu iki kişiyle kendisi mi konuştu? Rüya mıydı, gerçek miydi? Bu istek nereden çıktı? Seçtiği kelimeler nereden, hangi taraftan geldi?

      Yine telefonu eline aldı. Fakat kiminle görüşeceğini bilemedi ve yere fırlattı.

      Cansız gibi dikilmiş oturuyordu. Ölü tebessümü kendisine tekrar dönmüş gibiydi. Aynaya bakıp kendisinden hoşlandı. Aynaya yaklaşmak istedi ama yerinden kalkamadı.

      Evin içi sımsıcaktı. Dışarıda mayıs rüzgârı esiyordu. Mayıs ayı, Yesmakan Dosbolov’un ebediyete göçtüğünde mayıs ayı tüm güzelliğini tüm evlere hediye etmişti…

      ARABA MESELESİ

      – Stalin’in başını ne diye ağrıtıp durursunuz ha? diye İkinci Dünya Savaşı engellisi Arzımbet aksakal küplere bindi. – Vara yoğa karışacağınıza kışlık odununuzu hazırlasanıza.

      – Millet bir olup bir ağızdan ha dese de hâlâ desteğinden vazgeçmezsin değil mi? Şu hâline baksana, iki bacağın kısalmış oturuyorsun. Herkese sözünü geçirip dediğini yaptırmak istersin moruk, dedi Yelemes ihtiyar bir zamanlarda başkanlık yapan Arzeken’in7 söylediklerini sindiremeyerek ve sözleri kalbine saplanmış gibi üzgün bir şekilde yüzünü buruşturdu. – Bacakların sağlamken de tamamen onun tarafında idin zaten?

      – Burada böyle oturuyor olmamız bile muhteşem değil mi? dedi Ojan.

      – Ne kadar savunursanız savunun ölene kadar o bıyıklıyla dalga geçmeyi bırakmam, dedi kütük üzerinde oturan Ürpekbay iyice tamtakır olmaya yüz tutan Konırdağ’ın yamaçlarından gözünü ayırmayıp ve fikrini pekiştirerek taşın üzerine tükürüp – Birileri üzülür diye alttan alıp yalakalık yapacak değilim hiç de. Allah canını alsın, hangi dergiden okumuştum, kesip saklamak istemiştim, Nazar’ın cenazesine acele edince tamamen unutmuşum. Orada şöyle yazmışlar…

      – Bugünlerde gazeten geveze, dergin dedikoducu olmuş hepten, onu ne diye söylersin? dedi Arzımbek eski püskü koltuk değneğiyle karaağaçtan yapılma protez bacaklarını kaşıyarak.

      – Hey gidi günler. Savaştan önce bir güzel patron olup her boku yapmış. Ondan sonra bu herif