arasından beyazımtırak Niva nazlı nazlı boy gösterdi. Bunlar tanıyıp sevinerek el salladılar. Kasımbek biraz gittikten sonra durdu. Yeşil kahverengi bavulunu sırtına alan babası, küçük bavulunu omzuna geçiren Kisa koşarak geldiler. Kasımbek Niva’dan inip:
– Geldiniz mi? dedi gülerek. – İşte böyle arada sırada gelmek lazım köye. -Ne yazık ki tam da ben yola çıkarken gelmişsiniz. Çok üzüldüm. Ormantay bildiğin gibi bu köyün ilkokulunun sınıf öğretmeni de, rehberi de, müdürü de benim. Tatil olsa da iş çok. Çabuk dönmeye çalışırım. Göğsünüzden iten olmaz, gelin, gidin köye. Hadi, görüşmek üzere…
Babası ikisi yol kenarına çıktıklarında bir demet geyik otu gözlerini kamaştırdı. İkisi iki yanına oturdu, sonra yüzüstü uzanıp kokladı. Koparmaya kıyamadılar, koparmadılar. kâh oturup kâh ayağa kalkıp kokladılar.
– İşte geldik, dedi babası. – Bizim evin yeri burası…
Orada bir şeyler atıştırdıktan sonra köy kenarındaki eve yaklaştılar. Serbest dolaşan bir köpek havlayarak çıktı. Boyu Kisa’nın omzuna kadar olan koca sarı köpek gerçekten köpekliğini yapmak isterse ikisinden de bir şey bırakmaz. Fakat oldukça “insancıl”mış, selamlaşır gibi “hav hav” dedikten sonra eve götüren patika yoldan uzaklaşıp durdu. Evin ikinci tarafından sarışın bir ihtiyar kadın gözüktü. Başına örttüğü beyaz eşarbı kir tutmuştu ve ensesinden saçları fırlamıştı. Kisa’nın pek hoşuna gitmedi. Babası da yadırgayarak selamlaştı ve Kisa’nın anladığına göre yanlış yaptı. Köydür burası. Sıradan bir köy değil, bir zamanlar göbeğinin bağlandığı kendi memleketi, babasının (Kisa’nın dedesinin) yönettiği köy değil mi? Bu yüzden rahatça, hiç beklemeden girmeleri gerekirdi. Babası ise deminki Kasımbek’in, çocukluğunda kendinden çok sevdiği dostunun söylediklerinin etkisinden ayılamayıp çekinerek turist gibi davranıyordu.
– Kimsin? dedi saçları fırlayan sarışın kadın yorgun bir sesle. – Kimin evini arıyorsun canım? Bavul taşıdığına göre buralardan değilsin.
– Ben Ormantay, dedi babası. – Bu köyde doğmuştum.
– Hangi Ormantay olduğunu bilmiyorum. Tanımıyorum canım. Kimin evini arıyorsun?
Babası daha da kibarlık etti, daha çok çekingenlik sergiledi. Böyle yapar işte.
– Sizin gibi bavulla gelenler şu vadinin diğer tarafında keten çadır dikip temiz hava alıyorlar, temiz suyumuzu içiyorlar, dedi sarışın ihtiyar kadın, – İşte şu yoldan giderseniz doğrudan oraya götürür yol sizi.
– Soyadınızı niye söylemediniz? Dedemin adını neden söylemediniz? dedi Kisa. Ancak bu sırada sarışın ihtiyar evine giriyordu.
Bunlar turist olup çadır diktiler.
Üç gün kadar dağın temiz havasını teneffüs edip temiz suyunu içerek şehirden getirdikleri yiyeceklerle idare ettiler. Dağları, vadileri rahat rahat istedikleri kadar dolaştılar. Diğer turistlerle tanışıp arkadaş oldular. Geceye doğru babası türkü söyledi:
Sen idin sabah kalkıp heeey, kuzuları serbest bırakan,
Ben idim beyaz atla dolaşıp duran nazlım hey.
Gelince sen aklıma heeey, güzelim hey,
Göl olur aka aka gözyaşlarım nazlım hey…
Hatta bu taraftaki köyün eski ve temiz havası, klorsuz suyu için taşınan sonraki sakinlerinin evlerinden çıkıp türkü dinlediklerini fark etti Kisa.
Dördüncü gün taşlarda yürüyüp dağlara çıkarak, vadileri gezip kırları dolaşarak epey değişen Kisa, babasıyla ve kendileri gibi bavullarla gelenlerle birlikte evine dönüyordu. Geyik otunu koparmadan, çapa ile kesmeden sadece çiçeklerini itinayla kopararak bir torba ot topladılar. Bunu başkalarına da öğrettiler. Babasının söylediğine göre geyik otu çok azalmış, insanlardan ürktüklerinden dağ ve taşların kuytu yerlerine saklanıp korkarak yetişir olmuşlardır.
Kendileri gibi bavul taşıyanlarla birlikte itişe kalkışa Obruçevka’ya vardılar bir şekilde. Yolda giderken sağıcıların bulunduğu merhametli vadiye tekrar tekrar baktı Kisa. Susuzluktan çatlayan dudakların ara ara yaladı Kisa.
Büyük köye ulaşıp şehre giden otobüse bilet aldıktan sonra ikisi de kurt gibi aç olduklarını ve midelerinin zil çaldığını hissetti ancak. İkisi aynı anda hissettiklerinden birbirlerine bakıp aynı anda kahkaha attılar. Birbirlerini çok iyi anladıklarından ve anlamaya devam edeceklerinden duydukları memnuniyetle yemekhaneye acele ettiler. Aradan on, on beş dakika geçtikten sonra babası ile oğlu iştahla yemekhanenin yemeğine saldırmıştı. Otobüsün kalkmasına en az iki saat kadar vardı. Kisa, babasına ve kendisine yandan bakarak (kendi kendini dışarıdan izlemeyi çoktan öğrenmişti) sulu yemek içindeki kemiği hızla çekip çıkarmalarını, alelacele çekerek yemeye başlamalarını hiç kimseye ve hiçbir şeye değil, aynı kurtlara benzeterek tekrar gülesi geldi. Kurdu televizyondan iyi tanımıştı. İkisinin böyle oturduğunu, az da olsa kurda benzediklerini keşke sınıf öğretmeni görebilseydi. O da güzel bir kahkaha atardı.
İlçe merkezindeki yemekhanenin içini mis gibi geyik otu kokusu sarmıştı.
SES RENGİ
Mayıs ayında Yesmakan Dosbolov vefat etmişti. Merhum 50. doğum gününü geçen sene kutlamıştı. Yesmakan’ın doğum gününü kutladığı günlerde o, sanatoryumda kalıyordu. Bilerek gitmişti senatoryuma. İnsan olur da canını düşünmez olur mu? Birisi elli yaşını dolduracak, sonra büyük tören düzenleyecek diye o sağlığından mı vazgeçecekti? Yesmakan’ın dostu, akrabası çoktu zaten. Nasıl olsa, tören onsuz da geçerdi. Hatta yokluğu hissedilmezdi bile.
Aslında o da Yesmakan’ın yakın arkadaşı idi. Dostu sayılırdı.
Yesmakan’ın doğum gününe sanatoryumdan bir kutlama mektubu göndermişti.
Acaba Yesmakan konuklarının önünde okuyacak mıydı onu? Kim bilir. Faksla gönderilen kutlamalar az olursa okurdu tabii. Fakat şu zamanda kâğıdı israf etmekten kimse çekinmez. Faksla gönderilen mektuplar sayısız olmalı. Yesmakan’ın adı unvanı var, adı kadar da işi var sonuçta. Evvela adı unvanı olan kutlamaları okur belki de onun gönderdiği mektubu öylesine geçiştirecekti. Falandan filandan ve sanatoryumda bulunan Yensebek Asilov’dan (belki de – dostu diye ekler… Bu kutlamayı kimin okuyacağına da bağlı) geldi arkadaşlar der eskisi gibi. Tabii ki kutlamaları Aripbek Baybolov okuyacaktır. Yesmakan hiç bırakmaz bu herifi. Eğer görevi yine yükselirse, yerine Aripbek’i bırakır.
Yensebek Asilov sanatoryumda kalırken hep bu tür düşüncelere daldı.
O sabah erkenden telefon ısrarla çaldı.
– Alo! Alo! Yensebek beyle mi görüşüyorum? Merhaba, abi! Abim, ben Aripbek kardeşinizim. Ne var ne yok? İş zorlaştı abi… Yesmakan Ağa’dan ayrıldık. Evet, evet? Hayır, bizim Yesmakan Bey… Gece birde… Sonunda hani şey… Vardı ya… İşte öyle oldu. Evet, öyle olduğunu söylediler… Ben de bunu haber verecektim. İşte… Böyle oldu… Ok. Tamam, abi…
Yensebek duyduğu sesin rengini hissedemedi.
Aldığı haberin hem perişan hem pişman etmediğine şaşırmadı doğrusu. Aksine aşağılayarak bıyık büker gibi değerlendirdi. Sabah erkenden her zaman bir bardak su içerdi, unutmuştu, damağının kuruduğunu hissetti.
Bir bardak su içtikten sonra, ayağa kalkmadan: – Yerine kim gelir acaba? diye kendi kendine mırıldandı. Şeytan gibi fısıldadı. – Tabii ki, olsa olsa, Aripbek olur. Hayret etmek istediyse de, olmadı. – Canın çıksın, zavallı adam orada uzanmış cansız yatarken,