bizzat kendisi gönderdi. Evlerinin yanında, kaldırım kenarında postanenin mavi kutusu vardır. Kutunun üstünde tüylerini kabartıp güneşle konuşan kargaya biraz baktı ve işaret parmağını yalayıp küçük kapağı açarak mektubu atıverdi. Babasının söylediğine göre mektup ilçe merkezine iki gün geçmeden ulaşacaktır. Oradan kolhoz merkezine ulaşana kadar iki gün daha geçecek. Böylece dört gün eder. Ondan sonra mektubun hareketi yavaşlamaya başlayacak. Sonrası postacının ücra dağdan merkeze ne sıklıkta geldiğine bağlıdır. Bilimsel ve teknik devrim zamanı ya, insanların çoğu o ücra dağdan merkeze özel araçlarıyla gelip gider, fakat postacı eski atından henüz inmemiştir. Ona şimdilik araba tahsis edilmemiştir. Kisaların kaderine nine ve dede yazılmadığı gibi postacının da kaderine araba yazılmamış gibi. Bu yüzden kolhoz merkezinde dergi ve gazetelerin, mektup ve telgrafların haftalarca birikerek yığın oluşturduğunu babası on senedir gidemiyorsa da çok iyi biliyor. Haftanın sonunda köyden atını terletip postacı yaşlı adam da gelir nihayet… Nice “Niva” marka arabalar, tıka basa mal yüklü mobil dükkânlar, hayvan çiftliklerini dolaşan yöneticilerle diğer yetkililerin sık sık giden çeşit çeşit güzel arabaları ufak tefek dergi ve gazetelerle mektup ve telgrafları ne yapsın ki. Burunlarını kıvırırlar, istemezler. Yani babasının dikte ettiği ve Kisa’nın yamularak yazdığı mektup koca iki hafta sonra ancak ulaşacaktı.
Ulaşmasına iki haftada ulaşır da babasının çocukken kendisinden daha çok sevdiği dostu Kasımbek kaç gün düşünüp taşınır acaba? Kendisi nasıl bir insandır? Önemli olan işte budur. Babasının çocukluk döneminde kendisinden daha çok sevdiği Kasımbek, araç sorunu olan biri değil, iki Niva’yı eskitip üçüncüsünü rüzgâr gibi uçuran biridir. Gelmek isterse hemen ertesi gün de gelebilir. Acaba koşa koşa gelir mi? Öyle biri ise neden bugüne kadar hiç gelmedi? Daha önce gelmediyse zamanı olmamış olabilir, babası böyle bir mektup yazmamış, bu kadar zor durumda kalmamıştır.
Kisa her gün onu beklemeye başlamıştı. Şehirde kar çok yağmaz. Çoğu zaman geceleri yoğun olarak yağar ve öğleye kadar erir. Sadece güneş görmeyen kimi evlerin çatılarında kalır. Babası yeni kar yağınca ve güneş açınca sevinir. Ne yağışın yağdığı, ne de güneşin açtığı çok kapalı havalarda günler çok sıkıntılı geçer onun için. Öyle havalarda babası vücudunda omuzdan aşağı çeken bir ağırlık, eklemlerde sızı hisseder. Kisa okuldan dönerken havanın durumuna dikkat eder, böylece evine vardığında babasını ne durumda bulacağını tahmin eder.
Aradan iki veya üç hafta geçmişti. Kisa okuldan geç döndü. Kendisi öğlencidir, altı ders bitene kadar dışarıda epey karanlık bastırır. Ay aydınlık olunca etraf bembeyaz renge bürünür, yerde kar olduğunda okulun gri beton duvarları bile süt sürülmüş gibi göze beyaz görünür. O gün altı dersten sonra yeni yıl etkinliğinde üstleneceği kurt rolünün provasını yaptılar. Öğretmenleri başrolü kendisine güvenmişti. Orman içerisinde kurt, koyuna rastlar. İkisi bir atışmaya başlar. Sonunda koyunun uslu olmasından ve başkalarına güvenme özelliğinden yararlanan kurt onu yer. Bu senaryo Kisa’nın pek hoşuna gitmiyor. Tilkiye, tavşana rastladığı kısımlar da var, onlar neyse de koyunun ormanda ne işi var? Babasının söylediğine göre koyun ormanda değil, kır ve çayırlarda, açık yeşil alanlarda ve ahır etrafında bulunur. Kurt rolünü öğretmenleri buna özellikle vermişler. Kisa çok sessiz, uysal bir çocuktur. Diğer çocuklar gibi fazla hareketli, uyanık değildir. O nedenle kurtluğa teşebbüs etmesi gerekmektedir. Elbette ondan kurda dönüşecek değil, ancak yapısını, huyunu değiştirmeye, düzeltmeye yardımcı olabilirmiş. Fısıltıyla söyleyecek olursa bazen kurt gibi olmayı beceremezsen çok kolay ağzındaki ekmeğinden olma tehlikesiyle karşılaşabilirsin. Sınıf öğretmeni özel görüşmesinde bu tür tavsiyelerde bile bulundu. Kurt rolü yine de Kisa’nın hoşuna gitmiyor. Aksine koyunun rolünü daha gerçekçi oynayabilirdi. Babasının gözlerini almadan okuduğu gazetelerde sık sık yazdıkları gibi yönetmen (öğretmeni) oyuncuyu (Kisa) seçerken tek taraflı düşünmüşe benziyor. Öğretmeni çok inatçı insandır, ikna etmek çok zordur. Nihayetinde terbiye işine bakan odur, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu o daha iyi bilir.
Ayın aydınlık ışıklarının güneşin kızıl ışınlarından arta kalanları kendine çektiği an. Yerde ince kar var, kara toprak tabakalanıp donmaya başlamış. Ev önündeki alanın kenarlarında sıra sıra binek araçlar duruyor. Onların içinde bir Niva arabası varmış. Arabanın yan kısmındaki buzların kirli rengine bakıp da bu beyaz arabanın uzaktan geldiğini fark etmemek mümkün değildi. Kisa, arabanın her tarafını inceleyip günlerin birinde böyle bir arabayla babasının çocukluk döneminde kendisinden çok sevdiği dostunun da gelebileceğini düşündü. Bir deste geyik otunu getirebilir, değil mi? Camdan içeriye baktı, kapkaranlık. Aniden sopsoğuk beyaz renkli demirin bunun nefesi ile buğulanmaya başlayan kalın camının ve benzinin tanıdık kokularından farklı bir koku küçük burnuna doğru esmiş olmalı ki rahat bir şekilde hapşırdı. Babası geyik otunu ve kokusunu o kadar çok ve sık anlatmıştı ki deminki koku onu hızlıca sürükleyerek apartman kapısına doğru götürmüştü. Altı ders sonrası öğretmeninin kendisini alıkoymasından yorgun döndüğü zamanlarda kafasını kapıya dayayıp zilin kahverengi düğmesine basardı. Bu sefer kafasını kapıya dayar dayamaz kapı açıldı ve Kisa zemini öpeyazdı. Kapı kilitli değildi. Evin alışılmış kokusundan başka bir kokuyu şimdi daha net hissetti. Burnunu çeke çeke bu kokunun geyik otu adlı bitkinin kokusu olduğundan emin oldu. Onu getiren kesinlikle ücra dağın adamıdır. Babasının çocukluğundan kendisinden daha çok sevdiği dostu da olabilir. Başka birinden de iletmiş olabilir.
Ayakkabısını çıkaramıyordu. Botunun bağcıkları kör düğüm olmuştu. Çözmeye zaman kaybetmek istemeyip salona geçmek için sabırsızlandı. Babasını gördü, çok az ilerisinde tanımadığı biri oturuyor.
– Geyik otu dediğimiz işte bu, – babası bir dalını itinayla eline alıp burnuna yaklaştırdı. – İşte, baksana. Bir kokla bak, ta kendisi. Ta kendisi diyorum, çünkü bizim dağdaki geyik otu diğer yerlerdekine benzemez. Tamamen farklıdır. Çiçekleri koyu renkli, yaprakları sık olur. Kokuya ne dersin. Böyle bir kokunun tekrarı yoktur. Ben bugüne kadar sadece köyün geyik otunun hasretini çektim, sadece bunu bekledim. Yoksa her yerden, şu uçsuz bucaksız açık alandan bile bulurdum. Öyle. Bu ağabey de benim çocukluğumda kendimden çok sevdiğim dostum Kasımbek’tir. Benim bir isteğimi, senin yarım sayfa mektubunu hafife almayıp o kadar yerden buraya gelmiş. Tanıştırayım. Bu bizim Kisacık. Köyü soran bir tek Kisa’dır. Bütün kış ilkbaharda veya yazın götüreceğimi söyleyip vaatlerle doyururum. Ancak ilkbahar gelip yaz yaklaşınca bildiğin gibi iş dolup taşar. İnanır mısın iki yıllık iznim yandı. Üstelik her ilkbahar üç aydan fazla hastanede kalıyorum. Bu yüzden de hakkım olan yıllık izni istemeye de utanırım açıkçası. Dostum Kasımbek durumlar işte böyle.
Kanepenin kenarına doğru yan yatan adamı babasıyla karşılaştırdığında bir an daha genç, bir an daha büyük göründü. Daha genç görünmesi yüzündenmiş, hiçbir kırışıklık izi yoktu. Dolgun yanaklarının ucu kıpkırmızı. Babasından büyük görünen yanı ise karın kısmıymış. Göbeğini oldukça serbest bırakmış anlaşılan. Ona rağmen çok hareketli olmasına çok şaşırdı. Yerinden hızla kalkıp balkona çıkarak arabasına baktığında fark etti.
– Demin de söyledim, başının etini yemiş gibi olacağım ama bir daha söylemek istiyorum, dedi babasının arkadaşı. – Köye geldiniz de göğsünüzden mi ittik? İlk başta aksakalın görevi dolaysıyla ilçe merkezine taşındınız. Baban çok geçmeden vefat etti, ne iyi insandı. Sonra da sen kendin şehre kaçtın ve bir daha dönmedin. Ne yaptığını, nerede olduğunu da bilmeyiz. Bundan üç sene önce büyüğümüz üniversite kazandı. O zaman nasıl uğraştığımı bir bilsen.