Marhabat Baygut

Ses Rengi


Скачать книгу

konuşmaların sesi eksilmedi kulağından. Aslında o Yesmakan’ı daha önce telefonla kutlamıştı.

      O zaman – Kardeşim neden gelmiyorsun? diye sormuştu Yesmakan. Gönlünde bir soğukluk yok gibiydi. Mahsus yapıyordu sanki. Sesinin rengi belli değildi köpeğin. – Ya, şu resmi hareketlerini bırak artık! Niye yabancı gibi davranıyorsun? Gelsene! Biz bize oturalım, eğlenelim biraz…

      – Biz bize mi? dedi? Hangi niyetle söyledi acaba?

      – Ne yapalım vaktim yok, dedi Yensebek. – Sağlık beni zorluyor. Bakalım. Bilirsin, ben her zaman sana duacıyım… Ne ise, uzaklaşıyorsun kardeşim. Bak! İlişkilerimiz kopmasın!” demişti Yesmakan. – Ne uzaklaşıyorsun ne de yaklaşıyorsun.

      Yanaşsam n’olacaktı sanki? Büyütecek miydi? Büyüyecek vakit çokta-a-an geçti zaten!

      Eskiden beraber eğitim görmüşlerdi. Aslında çok yakın arkadaştılar. İlişkileri çok güçlüydü. İşe de beraber başlamışlardı. Hatta işleri de aynı idi. Üç sene sonra ikisi de yükseldi. Üç-dört sene sonra ikisi de idareci oldu.

      Yesmakan gerçekten bir işkolikti. Biraz zaman geçince yine bir basamak yükseldi. Yensebek ise eski görevinde kaldı. Oturduğu koltukta hala otururken Yesmakan Dosbolov yine birkaç basamak yükseldi.

      İlk dönemlerde şehre geldiklerinde her hafta buluşup çay içmeseler, birbirini özlerlerdi. Biraz zaman geçince ilişkileri zayıflamaya başladı. Gitgide birbirlerini evlerinde ziyaret etmeyi bile bıraktılar. Bazen sadece telefonla hal hatır sormakla yetindiler. Sonra telefon konuşmalarını kısa kesmeye başladılar. Onun sesinden hiçbir şey hissetmiyordu. Kendi sesinden ise nefret ediyordu zaten.

      – Ooo, sen misin?! Seni gören cennetlik! N’oldu bize böyle! Yabancı düştük sanki. Eşini al gel. Bugün beklerim. Akşam biraz geç dönerim fakat yine de gelin lütfen. Ben gelene kadar dedikodu edersiniz. Hadi kalkın gelin!” dedi Yesmakan sesini yükselterek.

      Yine o fısıltı geçti içinden: Baksana şu adama! Mahsus yükseltti sesini, sesinin rengini hissettirmiyor. Gönül dibindeki pisliği gizlemek istiyor. Felakete bak!

      – Zaman sıkıntısı var. Baksana, davet ederken bile geç dönerim, diyorsun. Biz de işsiz dolaşmıyoruz ya. Bir gün geliriz. Aklımdasın. dedi Yensebek eski dost tavrını takınarak. – Sana ulaşmak zor. Özel kaleminden randevu almamız gerek. Sonra beklemek lazım.

      – Bırak kardeşim, bunlar hep bahane. her şeyden önce geleceğini söyle. Ben her zaman hazırım. Sana kapım her zaman açık. Sen de valla, konuşuyorsun işte…

      Bundan beş ay önce Yesmakan’ın hastalandığını duymuştu. – Hasta değildir, belki biraz dinlenmek istemiştir, diye düşünmüştü. Böyle düşünürken Aripbek’e rastladı. Dediğine göre Yesmakan fena düşmüş. Hastaneye yatalı bir ay olmuş. Tedavi görürken hem Almatı’ya, hem de Moskova’ya gidip gelmiş.

      – Kimseye söylemeyin, aman… Yensebek’in hastalığı şu şey gibidir, diye fısıldadı Aripbek Baybolov. Fısıldarken etrafına baktı.

      – Şu şey gibi diye tekrar etti.

      Yine bugünkü gibi bir hal fark etmişti kendisinde. – Şu şeyle hastalandı ha?! Şu şey gibi, onun gibi. O hastalığa yakalanınca çok sürmeden ölenler vardı. Bunu duyar duymaz sorduğu sorudan sonradan epey rahatsız olmuştu: – Yerine kim gelir acaba?

      Aslında ziyaret etmeyi düşünmüştü ama işini ona göre ayarlayamadı. İş gezisine çıkmıştı. Sanatoryuma gitmiş gibi. İş gezisi sırasında Yesmakan’ın eşine telefon açtı.

      – İş münasebetiyle yurt dışındayım. Yesmakan nasıl?

      – Eskisi gibi, dedi Yesmakan’ın eşi.

      Eşinin sesi rengini hissettiriyordu. Konuşamadı. Ne diyeceğini, ne soracağını bilemedi. Kadın da dilsiz kaldı.

      – İyi midir? diye yine sordu. Yesmakan’ın eşi sesin rengini hissedemedi. Sesin rengi olduğunu pek bilmez herhalde.

      – İyi. Eskisi gibi, dedi. – Teşekkür ederim.

      Aslında kadının Gülzar olduğundan da tereddüt geçirmişti. Yine sessizlik hükmetti.

      – Tamam öyleyse. Sadece bir öğrenmek istedim. Her şey iyi olsun.

      – Pekâlâ, dedi Yesmakan’ın eşi. – Teşekkürler!

      Gülzar’ın – teşekkürler demesi ne kadar uzak kaldıklarını, yabancılaştıklarını gösteriyordu.

      İş gezisinden döndükten beş-altı gün sonra Aripbek’le görüştü. Köpek yavrusunun, her şeyden haberi vardı. Samimiymiş gibi elinden tutarak yolun kenarına doğru çekti. Bir sürü haber anlattı. Her şeyi biliyordu herif. Acayip kurnazdı. – Şu adam gidecek. Ayrılmak istemese de, atıyorlar görevinden. Zavallı o kadar emek verdi. Şu ise yükselecek gibi. Evet, aslında büyüyecek birisine benziyordu en baştan. Çok güçlü ağabey…

      Yesmakan’ın durumunu anlatacak diye bekledi. Aripbek onu unutmuş gibiydi.

      – Sahi, Yesmakan nasıl? diye sordu Yensebek.

      – Sahiden, Yesmakan şu şey gibi değilmiş, dedi Aripbek, Yensebek’in paltosunda bit bulmuş gibi yakasını silerek. – Şu şeyini duyunca çok korktuk doğrusu. Öyle değilmiş. Şu anda yemek yiyebiliyor. İştahı açılmış. Dün ziyaret ettim. Çok iyi. Doktorlar da eskisi gibi değil, her türlü konuşuyorlar valla…

      – Öyle miymiş? dedi Yensebek, sesini kontrol edememişti.

      Şu şey gibi değilse, o zaman ziyaret etmek lazımdı… Gitmek lazımdı. Şu şey gibi olmadıysa, yine ziyaret etmek lazımdı, galiba…

      – Ziyaretine gidemedim. İş münasebetiyle yurt dışındaydım, dedi.

      – Şu şey gibi diye söylediklerinde yüreğimiz ağzımıza geldi, dedi Aripbek.

      – Giderim gelirim derken mayıs bayramı da yaklaştı. Eninde sonunda öyle oldu. Sonunda – şu şey gibi olmuştur.

      Etraf kalabalıktı. Gelip gidenden iğne atsan yere düşmezdi. Hava sıcaktı. Cumartesiydi, tatil günü…

      Aynı okuldan mezun olanlar önceden gelip yetiştiler. Hala akın akın geliyorlardı. Yesmakan’ı, cenaze komisyonunun üyesi olarak kabul etmişlerdi. Dolayısıyla gelip gidenler için yemek sıkıntısı yoktu. Defnedilecek yer bile ayarlanmış. Her şey elinde…

      – Yensebek Ağa, artık Yesmakan Ağabey yok. Her şey arzu ettiğimiz gibi olsun, elimizden ne gelirse, dedi birisi. – Cenazeyi yarın birde defnedersek, yemek konusunu saat üçe göre ayarlamak lazım, dedi başka birisi.

      Biraz sonra Yensebek de – onursal bekçiye dönüştü. Yesmakan’ın ayakları tarafından yer bulabildi. Yeni satın aldığı evi genişmiş. Yüksekmiş. Eve dikkatlice baktıktan sonra gözleri kayarak mevtanın yüzüne düştü. Yüzüne bakamıyordu. Ya canım sıkılır, yâda dayanamam diye düşündü. Boşu boşuna, her şeye, herkese bakarak canın sıkılması da ne! Kendi canından kıymetli ne var. Gidecek olan gider. Bir zamanlar arkadaş, dost gibiydik. Ne olacak sanki, kim kime dost olmamış ki? Kim kimden ayrılmamış şu yalan dünyada…

      Yesmakan’ın yüzüne bakarsam, yüreğim ağzıma gelir, diye düşünmesi boşunaydı. Etkilenmemişti bile. Hatta kirpikleri bile titremedi. Yesmakan sanki uyuyordu. Ceketi, kravatı, beyaz gömleği, her şey eskisi gibi yakışmıştı. İşi de değiştirememiş meğer. Uzun zamandır görüşememiştik, fakat aynı şekil, aynı çizgi. Şişmanlamasa da, biraz dolgunlaştı, değişti derlerdi. Yüzü zayıf, şekli şemali aynı. – Hadi, dans etmeden ne yapacağız? Hangi kızla tanışacağız? dediği zamanlardaki gibiydi. Sadece bu anda… Yesmakan’ın güzel dans edebildiğini