Marhabat Baygut

Ses Rengi


Скачать книгу

O zaman o şekilde haber versinler.

      Yirmiye yakın çelenk dizmişler. Yesmakan Dosbolov’u evinden çıkartıp uğurlayacak an da geldi. Arkaya dönüp baktığında kalabalığın ucu görünmüyordu.

      – Ne kadar çok adam var. Baksanıza! Yensebek Ağa, ne kadar da çok değil mi? dedi Aripbek içini okur gibi.

      Orkestra inledi. Sadece Yensebek adeta bir kurt gibi sessizliğini bozmuyordu. Put gibi ruhsuzdu. Neden dikildi? Neden sessizdi? Kime karşı?..

      Cenaze töreninde birkaç kişi konuştu. Yesmakan Dosbolov’un gerçekten büyük adam, milleti için her şeyini feda eden vatandaş olduğunu beyan ettiler. Onun isminin ebediyen kalacağını, unutulmayacağını söylediler. Pişmiş kelle gibi sırıttı. Eskiden gazetelerde de – ebediyen ismi unutulmayacak diye yazarlardı. Sonra – uzun zaman unutulmayacak diye düzeltiler. Yarın Yesmakan’ı da gazete manşetlerine taşırlar. Ne yazarlar acaba? Altına kim imza atar? Büyükler mi, yoksa “dostları” mı? “Dostlar” kategorisine Yensebek dahil midir?

      Yensebek yine sırıttı. Burada sırıtmak olmazdı. Sanki tebessüm etti. Ölü bir tebessümdü. Şu ölü tebessümü nereden çıkardı? Yesmakan büyüyünce, iki basamak yükselince bulduğunu sanmıştı.

      Gece boyunca uyuyamadı. Sabah kalkınca aynaya baktı. Aynaya baktığında tebessüm ediyordu. Kim? Tabii ki, kendisi. Evet, kendisi. Yabancı birisi değil, ta kendisi. Ölü tebessüm işte… Kim bilir, belki de eskiden de vardı bu gülümseme suratında. O zaman altı aylık bebeği ağlıyordu. Sesi zehir gibi acıydı. Eşinin süt için dışarıya çıktığını tahmin etmişti. Çünkü az önce kapının kapandığını duymuştu. Çocuğu acı bir çığlık kopardı. Kıpırdamadı bile. Gitmedi, yanaşmadı. Ölü tebessümüne dikilmişti. – İnsanda merhamet denen şey kalmadı mı? Nerede merhamet? diye mırıldandı. – İnsanda demenin yerine bende desene! demek istedi aslında. Ölü tebessümle sanki birisinden, bir şeylerden intikam alıyor gibiydi.

      Birdenbire bir düşünceye kaptırdı kendisini. Acil karar verdi. Adı unvanı büyük olan misafirlerin etrafında dolaşarak Maşat dağ boğazına davet etti hepsini. Herkes neşeli gibiydi. Üç misafiri de sarhoş olarak bembeyaz “Volga” arabasına bindiler. Yol Kırğı Pazar’dan geçiyordu. Arabanın şoförü fıkra anlatacağım diye arkaya dönerek bakmak istedi. Tam o anda bir ihtiyar adama çarpa yazdı. İhtiyar adamın arkasında bir çuval vardı. Çuvalıyla birlikte yere düştü. İyi ki araba hemen durdu.

      – Yahu, şu işe bak, Allah muhafaza etti! dedi misafirin biri.

      – Hiç olmadık birisine çarparak dedikodulara maruz kalırdık valla… dedi ikincisi.

      – Bir kutu Şımkent birasıyla Aral Gölü’nden gelen balığımız sadaka olsun! dedi üçüncüsü.

      Yensebek sessiz kaldı. Ölü tebessümünü bulamadı bu sefer. Az önceki “hiç olmadık ihtiyarın” yere düşmesi onu rahatsız etti. Titredi. Hiç ses çıkartamadı. Fakat arabadan çıkmadı. Yere düşen ihtiyar Yensebek’in bir akrabasıydı. Bu kentte oturuyordu, uzun zamandır haber almamıştı ondan. Çuvalın içinde un varmış. Unu dökülmüştü. Kendi kendine konuşarak bunlarla selamlaştı ve akrabasını fark ettiği halde yaklaşmadı. Avucuyla ununu çuvala dolduruyordu. Homurdandı. Yensebek ise öfkelendi. Adamın kayısı kabuğu gibi kırışık yüzünden ter damlaları dökülüyordu. Ansızın Yensebek’in kalbinden korkunç bir dilek geçti; – Şu zengin ve önemli misafirler bu ihtiyarın benim akrabam olduğunu öğrenemeseler!

      – Af buyurun dede, dedi misafirden birisi. – Bir yeriniz ağrıyor mu?

      – Dikkatlice dönüverseniz, dedi ikinci misafir.

      Üçüncüsü ise konuşmadı. O Yensebek’in evinde birkaç kere bulunmuştu. Akrabasını tanıdı, hatta bir-iki defa aynı sofrada oturmuşlardı. Biliyordu. Tanıdı. Tanımıştı o anda! Fakat Yensebek’in – Tanımasa keşke! diye yanıp tutuşan halini anlamıştı. Bu yüzden tam önünde ununu toplayan ihtiyara değil, Yensebek’e hayretle bakıp tebessüm ediyordu.

      Durmadan gülen, sarhoşluk içinde eğlenen misafirleri Yensebek’in evine girmediler. Maşat dağ boğazında geçirdikleri yarım günle kanaat ettiler. Yensebek ise zayıflamış haliyle yine aynaya baktı ve ölü tebessümün yeniden canlandığını fark etti.

      Bundan sonra gülerken gerçekten gülmüyordu. Rahatlıkla gülebilenlere deli gibi bakardı. Bazen dikilirdi. Biraz zaman geçince çok şeyden ölü tebessümü aracığıyla intikamını alırdı. Hem böyle teskin oluyor gibiydi…

      Düşüncelerinden geri döndüğünde Yesmakan’ın ölü cesedi toprağa veriliyordu. Yensebek’ten başka tüm dostları etrafında dolaşarak yardımcı oluyorlardı. Cesedi kaldırıp yere indiriyorlardı. Cesedi tutamayanlar ise bel bükerek Yesmakan ile mezarlığa inecek gibiydi.

      Yensebek de bir avuç toprak attı.

      – Siz yardımcı olsanız. Yemekhane işine baksanız, dedi aksakallardan biri Yensebek’e . – Evet, sen gitsen iyi olur, dediler eski sınıf arkadaşları.

      Yemekhanenin içi genişti. Birkaç sıraya dizilen masaları doldurdular. İnsan sayısızdı.

      Yine herkes sırayla konuşuyordu.

      – Bizim adımıza sen de konuş. Yoksa sıra bize gelmez, dedi eski sınıf arkadaşı.

      Yensebek bu sefer gerçekten telaşlandı. Hesabında konuşmak yoktu. Daha doğrusu söz verecekler, konuş diyecekler, diye düşünmemişti. Fakat bunun için uyarılması gerekiyordu. Zira daha önemli cenaze törenlerinde protokol denen birşey vardır sonuçta. Yine sınıf arkadaşlarından teklifler yağdı. Fakat kendisini tercih edeceklerine ihtimal vermedi.

      Konuşurdu konuşmasına da, sesinin rengini ayarlaması zor işti!

      Gözlerini bir noktaya dikmişti. Dudakları morlaşmıştı, kelimeleri net duyulmuyordu. Şimdi de dudaklarının titremeye başladığını fark etti. Fakat burada dudakları morlaştırmamak gerekirdi. Milletin konuşma yaptığı gibi yavaş bir şekilde konuşmaya başlayarak ağzıyla kuş tutar gibi hitap etmek gerekirdi. Sonra gözleri yaşarır gibi yapıp titrek bir sesle bitirmek lazımdı. İşte o zaman sesin rengini kimse anlayamazdı.

      Elinde kadeh tutarak ayağa kalktı. Kimin ne olduğunu millet anlar. Anlar anlamasına, güler gülmesine fakat kimse hissettirmez. O belli zaten.

      – Yesmakan Dosbolov kimdi?! Ben onun kim olduğunu anlatmak istemem, dedi. – Benden önce ne güzel konuşma yapıldı. O, milletim benim diyen bir babayiğitti. Onun dostları çoktu. İşte o dostlardan birisi bendim… Burada biraz durakladı. Ne kadar güzel bir konuşma yapmak istese de, elinden gelmiyordu. Sesin de rengi de olur, diye bir yerde okuduktan sonra kendi sesinden korkmaya başlamıştı. Konuşurken sesinin rengini fark ederler miydi? Kim bilir belki de öyle renk menk yoktur. Eğer sesin rengi görünseydi, o zaman Yensebek’in ses renginden herkes bayılırdı. Hatta kalpleri dururdu. Kendisi de korkuyor gibiydi. Tabii ki kendi sesinden korkmuyordu. Sesini duyan – akıl sahipleri birşey fark ederler diye korkuyordu. Dolayısıyla farklı bir renk katmalıydı. – Ben yalnızım saygıdeğer dostlar! dedi konuşmasına devam ederek. – Evet, birlikte okuyan arkadaşlardan bu şehirde tek ikimiz kalmıştık. Şimdi ise ayrıldım dostumdan. Kuğu, göle doğru uçtu… Evet, hani derlerdi ya… Beyaz şahin çöle uçtu. Evet, herkesin gideceği yere gitti, derler değil mi? İşte aynen… bir hatip gibi konuşmak istedi. – İşte aynen, o bir sırdaştı. (Gülzar aşağıya doğru bakıyordu. Aripbek nerede acaba?) Bundan sonra sırımı kime söylerim, derdimi kime açarım… (Burnu sızlamış gibi yaptı, yaşarmayan gözlerini sildi. Fakat geç olduğunu anladı.)

      Konuşmasını – hadi şerefe diyerek bitirdi. Kadehinden yudumlayarak sofradaki pişmiş tavuğa elini uzattı.