atı ile Kudıksay’a doğru yönelir. Buradakilerin şu cahil hâllerine bak. Bomboş, akılsız.
– Müjdeni kahraman olandan istersin, dedi Tursınbek gazeteden gözünü almadan. Dışarıdan sakin görünse de kendisi çok heyecanlıydı. – “Tursınbek Janasbayev’e Şerefli Baba unvanı verilmiştir” diye yazsaydı neyse de, ama burada Orınkül Janasbayeva hakkında yazılmış. Kısacası… Kendisinden alırsın…
– Bırak şimdi, ne zaman ıslatacaksan onu söylesene.
– Onu da Sayın Janasbayev’a biliyor olmalı.
Habarbek kamçısıyla ata vuruverdi, at yerinden sıçradı.
Tursınbek bölge gazetesini elinde tuttuğu gibi koyunlara, dağ yamacına doğru yürüdü. Tekrar tekrar baktı. Uzandığı yere varana kadar gazete eskiyecekti. Odur, onun ta kendisi. “Orınkül Janasbayeva, Tülkibas İlçesi Kızıl Yıldız Kolhozu’nun kolhozcusu, Kudıksay Köyü” demişler.
Yerine gelip Orınkül’ün sabah verdiği bohçayı açtı. Kahverengi havluyu serdi. Yeni gazete serilmez. Saklamak lazım. Dört katlayıp bir sardıktan sonra iç cebine koydu. Ekmek sarılan eski gazeteyi serdi. Onun da tüm sayfalarını iyice inceledi. Kararname yokmuş. Bu tür kararnameler ayda yılda bir çıkar ya. Herkes on çocuk dünyaya getirmez ya. Bu, büyük bir olaydır. Büyük mutluluk. Demin Habarbek’e bir hayvan mı hediye etseydi? Öyle yapmalıydı. Fakat kendisi insana tepeden bakıp alay ediyor. “İlk sayfayı ne yapacaksın? Üçüncü sayfaya bak. Okumuyorsun” diyor. Dalga geçmeyi sever. Öyle bir huyu vardır. İşte bu huyu hoşuna gitmez. Ne zaman görsen öyle yapar. “Karın tekrar ikiz mi doğuracak?” “Bir an önce kahraman yapmayacak mısın?” “Hepsi senin mi? Yarısı esmer, yarısı sarışın yahu?” der. İşte böyle şeyler söyler. Kendisinin bir erkek, bir de kız çocuğu vardır. Eşi daha da doğurmamış. Oysa eşiyle bir sorunu yoktur.
Alnı beyaz lekeli koyunu kesip köy halkını misafir etmeli. Habarbek’e de müjdesini vermesi doğru olacaktır.
Ayranı içip bitirdi. Ekmekle soğan yiyor. Keşke şimdi Orınkül’ün çayı olsaydı. Kendisi bileğini sergileyip bileziğini şıngırdata şıngırdata koysa çayını. Şöyle bakınca Orınkül’ün on çocuk doğurduğu söylenemez. Kırkını daha yeni geçti. Az bir şey kırışıkları var. Ama o kırışıkları da çok güzeldir. Şu Karınbek’in eşine ne dersin? O sarışın kadın Orınkül’le yaşıttır. Allah onun kırışıklıklarını kimseye göstermesin. Kırış kırıştır. İki üç çocuk bile iyice yıpratmış kadını… Çok erken yaşlanmış… Onun yanında Orınkül genceciktir. Gerçi, ekmek yapmaktan yoruluyor. Vah, vah! Çocuklar da kolay değil ya. Bir taraftan yaparken diğer taraftan yiyorlar. Orınkül yirmi tandır ekmeği hazırlayıp bitirir, çocuklar da yiyip bitirir. Bir bakıyorsun bir, bir buçuk ekmek kalmış. Orınkül bir gülümser ve alnından şıp şıp damlayan teri silip hamur mayalamaya koyulur.
Tursınbek iç cebindeki gazeteyi çıkardı. Bir daha baktı. Şarkı söylemek istedi. Ne var, burada kimse duymaz. “Oley! diye bağırdı tüm sesiyle. – Yaşasın! Hey, hey! Orınküül! Tebrikler!»
Kudıksay’ın dik yamaçları “huu” diye yankılandı. Habarbek’in siyah tekesi boynuzlayacakmış gibi kötü kötü bakıyordu sanki. Habarbek gibi tepeden, yan gözle bakar gibiydi.
Güneş batar batmaz hayvanları köye doğru kovaladı. Tüm köy halkı evlerinden çıkıp elini sıkarak tebrik edeceklermiş gibi geldi. Köy de yeni batan güneyin kızıl ışıklarına gömülmüştü sanki. Yüksek ağaçların yaprakları bile ışıl ışıldı. Daha olmamış elmalar da yakut gibi parlıyordu.
Köy girişindeki evler keçi ve koyunlarını seçip alıyordu. Kimse bir şey demedi. Gazeteyi almamışlar mı, görmemişler mi, okumamışlar mı, nedir? Yoksa görmüşlerse de görmezlikten, bilseler de bilmezlikten mi geliyorlar? Öyleleri de vardır. Çekemiyorlar, çekemiyorlar.
– Hayırlı olsun, evladım, dedi beli bükülmüş Beysegız teyze tek keçisini götürürken.
“Ha şöyle”.
– Teşekkür ederim teyze. Köyden ilk tebrik eden siz oldunuz! dedi sevincini gizleyemeyip. – Koyun kesip misafir edeceğim. Kutlayacağım teyze!
– Kahraman baba! Nasıl da kabına sığabiliyorsun? Tebrikler! İçtenlikle kutluyorum! – Kutlayan gazetedeki adlar ve soyadılarından başlayıp adreslere kadar okuyan ve bazen kendisi de bir şeyler yazan Alibay idi.
“Ha şöyle”.
Orınkül bir çocuk kucağında, bir çocuk yanında evin önünde bekliyordu. Eğri iğde ağacının yanında, iki kavak ağacının ortasında duruyor. Gülümsüyor. Doğumevine giderken de böyle gülümserdi. “Olsun. Yakışır”. Tursınbek Orınkül’ün elini sıktı ve “Tebrik ediyorum” dedi. Dağın yamacındaki hey, heyleri aklına gelip gülümsedi. “Sizi de”, dedi Orınkül. “Biz değil, sizsiniz madalya kazanan, unvan kazanan”, dedi bu.
– Yorgun musun? diye sordu sonra Orınkül.
– Niye yorulayım?
– Koyun nöbetini sevmezdin.
– Bu seferki eğlenceli oldu, dedi bu. – Sen yorgun musun?
– Evde niye yorulayım?
– Evin işi dışarınınkinden daha zordur. Bugün moralim çok iyiydi.
– Kimden duydun?
– Habarbek gazete getirip müjde istedi.
– Anlaşıldı…
Ertesi gün köy halkını misafir etti. Kutladı. Beyaz lekeli koyunu kesti.
İki gün sonra da bir tokluyu kesip kafasını ve bacaklarını ütüleyerek karın ve bağırsaklarını temizledi ve dışarıya soğumaya bırakıp sabah erkenden otobüsle Cambıl’a gitti. Cambıl’da Cemile oturuyor. Geçen sene Kızlar Pedagoji Üniversitesi’nden mezun oldu. İki yıl önce de evlendi. Damat fosfor işinde çalışıyor. Şimdilik kendi evleri yok. Yaşlı bir kadının yanında, dördüncü katta oturuyorlar. Soğuk su, sıcak su ve saire hepsi içinde. Cemile’nin çalıştığı okul biraz uzak. Şimdilik tam zamanlı çalışmıyor. Az maaş alıyor. Damat ise daha genç, sağını solunu, yakıştırmayı pek bilmiyor. Şehir çocuğu. İki üç ayda bir kızını ziyaret edip kazandığını ona bırakıyor. Evdeki çocukların hakkını paylaşıyor. Ne de olsa şehir şehirdir. Yeni hayat. İnşallah, her şey iyi olacak. Çocukların büyüğüdür Cemile. Kötü çocuk olmadı.
Toklu etli çıktı şansına. İyi, iyi. Yağlı da. Şimdi bir koçu kaldı kesilebilecek. Aslında onu getirecekti, Orınkül vazgeçirdi. “Onurlu misafir gelirse lazım olur. İyi kötü bir unvan kazandık” dedi.
Toklunun etini taşımak için sürekli el değiştirdi. Sonunda sırtına aldı. Taş evlerin arasından geçiyor. Kuzu mantarı biçiminde bir gölgeliğin altında biraz dinlendi. Karşısındaki evin beşinci katındaki balkonda belden yukarısı çıplak şişman bir adam duruyormuş. Buna bakıp alaylı bir şekilde gülümsedi. Sırtında çuval alan ve şu sıcakta kafasına eski siperli kasket, üstüne siyah takım elbise giyip şıp şıp terleyen Tursınbek’e gülüyor tabii. Eee, gülsün. Kim kime gülmüyor ki bugünlerde. Çok katlı şu taş evlerde Kudıksay’ın kavak ağacındaki yuvada nefes alan kuşun yaşamı gibi olan yaşam tarzınıza bakın hele! Sen bana gülüyorsun ya, ben de sana gülüyorum. Al işte! Hareket alanının sınırlı olduğu balkonunda nefes darlığı çeken kuş gibi ağzını açıp neyine sevinirsin ki? Alay edermiş. Soğuk suyum, sıcak suyum, diğer şeylerim evimin içinde dersin. Peki öyle olsun. Su güzel tabii, hem soğuk, hem sıcak. Diğer şeylerin zor ama. Üstelik mutfağının yanında. Bana bakıp gülermiş. Çuval