Kemal Abdulla

Unutmağa Kimse Yok


Скачать книгу

etti sonunda: “Behram hakemimiz olsun. İkimiz de zamanı satına dakikasına kadar ona deriz. Sonra karşılaştırırız. Biliyorum, aynı zamanda olacak. İçime doğmuş, yarın sen de göreceksin böyle olduğunu.”

      Gülsüm dudağını ısırdı, kafasını salladı, bu defa hiçbir şey söylemeden sessizce kendi yoluna dönerek çekip gitti. Behram’ın aklından bile geçmedi; kız her zamanki tebessümünü bu defa neden esirgedi, her zaman ayrıldıklarında olduğu gibi bu defa neden gülümsemedi, birdenbire ciddi mi ciddi bir tavır aldı: “Şuna bak hele, ben niyeyse onu anımsamalıymışım? Vay vay… Sen şuna bir bak. Ben bir daha bu uzun burunlu Mübariz’le yol gidersem ne olayım. Gider miyim? Asla! Ah Behram ah, sen yani bu kadar mı halden anlamazsın?” Gülsüm adımlarını hızlandırdı.

      “Halden anlamaz” Behram ile Mübariz tek kaldıktan sonra yol boyunca ikisi de sustukça sustu.

      “Bugün koyuna gitmeyeceğim. Evde görülesi işlerim var.”

      Behram yüzünü öteki tarafa dönmüş, yalan söylüyordu; aslında yalnız kalmak istiyordu ama nedenini bilemiyordu. Galiba Mübariz de aynı durumdaydı. Behram Emmi sanki bugünmüş gibi anımsıyor. Onun bu sözlerinden sonra Mübariz nedense her zaman yaptığı gibi sülük olup ona yapışmadı, zorla sürükleyip otlağa götürmedi, sınıf arkadaşları (elbette öncelikle Gülsüm) konusunda bitmek tükenmek bilmeyen sorularını (teneffüste kim ne yapar, Gülsüm kiminle konuşur, kiminle konuşmaz vs.) sağanak gibi yağdırmadı. Hemen “kal sağlıcakla” diyerek uzaklaştı, havaya mı karıştı nereye kaybolduysa Behram bir de uyandı ki Mübariz yanında değil.

      Behram Emmi şunu da gayet iyi anımsıyor; sabah erkenden ‘kedi fare oyunu’ (saklambaç) hepten bitti. Her şey açıkça gün ışığına çıktı.

      Gülsüm yine Behram’la beraber okuldan çıktığında Mübariz’i her zamanki yerinde (kütüğün üzerinde oturuyordu) gördüğünde tebessümünü yüzünden silerek yerine asık bir surat yerleştirdi ve adımlarını hızlandırdı. Mibariz ile Behram ise hiçbir şey anlamadan onunla beraber yürümeğe başladılar.

      “Nasıl oldu, dün saat kaçtı beni anımsadığında?” Ağzında dili bile kupkuru kuruyan Mübariz daha selam sabah etmeden kalbi yerinden kopacakmış gibi çarparak sordu. “Neden bunun suratı böylesine asıldı? Ne oldu acaba?”

      Gülsüm yanıt vermedi, okul çantasını sıkı sıkıya kavradı. Ama Mübariz yanıt almadan kimseden el çekmiş miydi? Hayır. Bu defa da ısrarlarıyla bunalttı:

      “Saate baktın mı? Saat kaçtı?” Öyle bir sordu ki artık yanıt vermemek imkânsızdı; köprüye yani Gülsümlerin evine dönen yolun başına az kalmıştı.

      “Hiç anımsamadım.” (“Yan, yakıl işte! İşim gücüm yoktu da senin uzun burnun aklıma gelecekti”). Gülsüm kızgınlığını zorlukla bastırarak Behram’a baktı, onun cilveli sorusu bu gençlerin hangisine yöneltildi, anlaşılmadı:

      “Ya sen?”

      “Ben?” Kıpkırmızı kesilen Mübariz sordu.

      Gülsüm, gözleri Behram’ın üzerinde olsa da (her zamanki gibi sadece onun için gülümsediği açıktı) soruyu Mübariz’e yöneltti:

      “Evet ya, sen demedin mi insanlar birbirini aynı saatte düşünürler?” Bu noktada aptal Behram, aslında Gülsümün bakışlarından aldığı coşkunun etkisiyle araya girecekti ama aniden hatırladı, dünkü muhabbetin özü bu soruda saklıydı, onu da hakem seçmişlerdi… Ve Gülsüm, onun Gülsümü şimdi ondan yardım bekliyordu (neden?).

      “Ben mi?”

      “Sen, evet sen!” Gülsümün hırsı kalbinden suratına taşındı, tebessümü aniden kayboldu. Şimdi de o bir yanıt almadan el çekecek birisine benzemiyordu; bu defa da o meydan okurcasına bir duruş gösterdi. Gülsüm kaşlarını çatmış, Behram’a taraf bakmıyor, ama Mübariz’in yüzünü gözünü, burnunu ateş dolu gözleriyle delip geçmekteydi.

      Buraya kadar her şey oyun, şaka örtülerine bürünmüştü, ama şaşkın Mübariz bu örtüleri aradan kaldırmadı mı, kaldırdı, örtülerin gerisinde zayıf bir inleme kaldı. Behram bugüne kadar gayet iyi anımsıyor Mübariz’den çıkan o inleme sesini. Bu inlemeden sonra şaşırıp kalan Behram “buna ne oldu” anlamında yüzünü dönüp Gülsüm’e baktı. Kızın suratı kıpkırmızı kesilmişti. Hiçbir söz demeden (Mübariz’in yanıtı Gülsüm’ü iyice şaşırtmıştı) sinirden titreyerek sırtını onlara dönerek köprüyü geçti, yüzündeki o sinirli ifadeyle vedalaşmadan neredeyse koşarak çekip gitti. “Vedalaşmadı bile.”

      “Mahvolmuş” Mübariz’in inlemeli yanıtını Behram Emmi sonraları sık sık anımsar ve her defasında da acıklı acıklı gülümser. O anı defalarca aklına getirir, bakışlarını Gülsüm’den ayıramayan Mübariz’e (sanki şimdi yapıyor) tekrar soruyor:

      “Sen! Sen! Ya sen ne zaman anımsadın onu.”

      Olay bu noktada yeniden başa döner. Mübariz yine duraksıyor, bakışlarını Gülsüm’den saklayarak, sonunda Behram’ın gözünü açan ve kendi yaralı kalbinde ne zamandan beri sakladığı o inlemeli yanıtı, sanki kendi kendine (yüz bininci kere) fısıldıyor:

      “Ben onu hiç unutamadım ki.”

      Bu sözlerden sonra Gülsüm, bu defa yüzünde gizemli bir tebessüm koşarak çekip gidiyor.

      Aptal Behram yıldırım çarpmış gibi yerinde donup kalmadı mı, dondu kaldı. “Ben ne kadar aptal, ben ne kadar tahta kafalıyım. Bu ki bu kadar açık, bu kadar basitmiş. İki kere iki. Arkadaş, arkadaş… İşte bu da arkadaş. Bu ki… Bu kızı seviyormuş. Bana bakıyor musun? Nasıl olmuş da bunu fark etmemişim? Yani belki herkes bunu biliyormuş, bir tek ben anlamamışım. Aman, aman, aman… Of, of, of… Ama… Peki, bana ne oluyor? Neden bu kadar canım acıyor? Seviyorsa seviyor, bana ne? Cehenneme kadar yolu var. Hayır! Hayır! Gülsüm, Gülsüm… Ben Gülsümsüz…”

      Sabahı gün Gülsüm okula gelmedi. Sonraki gün de öyle. İki gün sonra geldi. Behram’ın kalbi bu iki gün içinde neredeyse parçalanacaktı; sınıfa girince önce Gülsümün sırasına bakıyor, Gülsümü yerinde bulamayınca sanki içinde bir şeyler kopuyordu. Sonra bakışlarıyla sınıfın tamamını tarıyordu ‘belki yerini değiştirmiş’ diye. Ama yok işte.

      Gülsüm okula iki gün sonra geldi, yine sessizce geçip onun yanında kendi yerine oturdu. Behram bir süre başını kaldırıp Gülsümün yüzüne bakamadı. “Acaba başka bir dünyada Kehrizli köprü Mübariz olmadan geçilebilir mi, geçilmez mi?” Kız da sanki ondan ürkmüştü (sıdkı sıyrıldı galiba), bir daha hiçbir zaman özel olarak Behram için gülümsemedi. Herkese nasıl baktıysa, gülümsediyse, ona da öyle. “Kalp kıran Behram, sana gösteririm kalp kırmak neymiş, halden anlamaz Behram.”

      Bir süre daha geçecek, mezuniyet sınavları başlayacak ve daha sonra da onlar sekizinci sınıfı bitireceklerdi. Anlaşılmazları bazen kolayca bazen ise gaddarcasına anlaşılana dönüştüren okul yılları, bu derslik, koridorlar, Kehrizli köprüye kadar uzanan yol… Her şey, her şey arakada kalacak, uzun yıllar sonra çok şeyler yaşanacak, çok şeyler değişecek, ya unutulacak ya da yerinde kalarak öyle yaşlanacaktı. Gülsüm asla unutulmayacaktı. Bundan emindi. Anlaşılan Mübariz de böyle düşünüyordu. İkisi de, ikisi de değil en çok Behram o uğursuz günden beri ta sonsuza kadar Gülsüme borçlu kaldı. Bu borcun miktarı yoktu, bu borcun adı yoktu, bu borcun iç burka bir ağırlığı vardı. Behram’ın aniden yorgan altında az kaslın soluğu kesildi, kendine öylesine acıdı ki… Burnunu, ağzını hemen yorgan altından çıkarıp derinden bir nefes aldı, sonra nefesini topladı, rahatladı (ah…), şimdi de Mübariz’e