Kemal Abdulla

Unutmağa Kimse Yok


Скачать книгу

ise anlaşılamadı. Eryen’in dünyaya, ülkeye, devlete gizli eleştirisini mi yoksa Sovyet başkanı Allahverdi Efendinin yanıtını mı?

      O zaman Mübariz on beş yaşında falan olurdu. Gençler arasında dolaşsa da bir kulağı Allahverdi’de bir kulağı diğerlerindeydi. Behram ise on yaşındaydı ve Allahverdi Efendi bir hayli uğraştıktan sonra babası Kamer onun yeni okula (üstelik yaşı büyük olsa da birinci sınıfa) kaydının yapılmasını kabul etmiş ve eklemişti: “Bak ha, okul sonrası ölsen de kalsan da dökülüp kalan işlerimizi bitireceksin.”

      Behram tam elli yıl önce henüz sıcak ama yavaş yavaş serin rüzgârları esmeğe başlayan Eylül ayında kendinden iki üç yaş küçük çocuklarla (yaklaşık on beş öğrenci vardı) okulun birinci sınıfına gittiği günü gayet iyi anımsıyordu. Sevinçten kalbi çırpınıyordu. Daha ilk gün uzaktan akrabaları olan Eryen’in çifte saç örgüsünün birisi omzunda diğeri göğsünde duran kızı küçük Gülsüm ile aynı sırayı paylaştı. Kendisi bir sahiplenme duygusuyla gidip yanına oturdu (“akrabamdır, yanında bulunayım”).

      Gülsüm kıpkırmızı kızarmış, sürekli gülümsüyordu. Dudaklarına renkli bir tebessüm aynen kelebek gibi konmuş, sanki bir daha orayı terk etmeyecekti. Tebessüm Gülsümün yüzünden hiç eksik olmadı; bir süre sonra sınıftaki herkes ona “Gülümser” diye seslenmeğe başladı. Bir gün yine kaç gov ortamında (dersler bitince hep böyle olurdu) itişe kakışa dışarı çıkan öğrenciler elbette ki bilmeyerekten Gülsümü de itince yere düştü, kalın çorabının üzerine giydiği lastik ayakkabı ayağından çıktı, dizi kanadı. Behram kızın ayakkabısını giydirdi, dizindeki sıyrık yerine bakarak “vah, vah” dedi; kız ise bir taraftan ağlıyor, çakır (yeşil, mavi) gözlerinden adam akıllı gözyaşı akıtıyor, bir taraftan da sadece Behram için biraz zorlama olsa bile gülümsemesinden geri kalmıyordu.

      Sözün kısası günler, aylar, yıllar geçti, altıncı sınıfa da böylece birbirine (hep açıktan değil, bazen içten içe) gülümseyerek ayak bastılar. Altıncı sınıfta iken günün birinde Behram göğsünün derin bir yerinde Gülsüm olmadığında sıkıntı hissettiğinin, kendine yer bulamadığının farkına vardı. Gülsümün “kızlar pınarından su içen” zamanıydı, zayıflığına rağmen (bir deri bir kemik) bir hayli güzelleşmişti; kaşları sivri, saçları simsiyah, gözleri çakır (aslında tam olarak anlaşılamıyordu; yeşil mi, mavi mi, konur mu?) Ama şunu da kesinlikle söylemek gerekir –elbette Behram’ın bundan haberi yoktu, bu ondan özenle saklanıyordu– Gülsüm de sınıfa gelip “anlayışsız” Behram’ı orada görmediğinde sudan çıkmış balık gibi ağzını sessizce yumup açar, havasızlıktan boğuluyordu. Böyle zamanlarda sabrı daralır, ne yaparsa yapsın kendine yer bulamıyordu. Tebessüm ise Behram’ı tekrar görünce (küçücük kalbi rahatlayınca) ürkek ürkek geri dönüyordu yüzüne. Bir aynanın iki yüzü gibiydiler; birisi ne yapsa, ne hissetse diğeri de aynen onu yapar, onu hissederdi.

      Şimdi o uzak yılların arkasında durarak (belki de saklanarak) Behram Emmi o günleri andığında ve kalbi sıkışıp içi ezildiğinde en başta anımsadığı şey pembeleşen yüzünü ondan kaçırıp pencereye bakan Gülsümün çakır (yeşil mi, mavi mi?) gözlerindeki o ürkek tebessümdü.

* * *

      Aralarında beş altı yaş fark olsa da Mübariz ile Behram iyi anlaşıyorlardı, nasıl derler, “frekansları tutuyordu.” Mübariz yeni okulda iki yıl okudu, sekizinci sınıfı bitirince (okul zaten sekiz yıllık ilkokuldu) gidip ilçe merkezindeki Tarım Meslek Okulu’na girdi. Arada bir giderdi kendi okuluna, çoğu zaman da gitmezdi ve gitmediği zamanlarda köye –okulun önüne– gelir, önce altı sonra yedi ve sonra da sekizinci sınıflar derslerini bitirdikleri saatte kendini oraya yetiştiriyordu. Onunla kurduğu dostluktan gurur duyan Behram’ı dışarı çıkıncaya kadar sabırla bekler, beraberce Venk dağının yamaçlarından Kamışlı’ya giden patika yoldan yukarıya doğru yürüyerek, Behram’ın babasının koyun sürülerini yaydığı otlaklara kadar havadan sudan konuşurlardı. Mübariz bu köyün ünlü soru soranıydı. “uzun burnunu sokmadığı konu yoktu.” Köyde onun soru sağanağına yakalanan kim olursa olsun yakasını zor kurtarırdı:

      “Bilmiyorum, vallahi benlik değil. Sen kendin biliyor musun sanki?”

      “Tamam, o zaman söyle bakalım, atom bombasını kim icat etti?”

      “Ya, Mübariz nerden bileyim bunu, sen nerden buluyorsun bu tür şeyleri… Teknik okulun marifetine bakar mısın ya?”

      En çok şaşıran da köyün muhtarı “yufka yürekli” Allahverdi Efendi olurdu hep. Akşamları Radyo meydanında yaşlıların muhabbeti nadir hallerde Mübariz olmadan yapılabilirdi. Kendisi ortada görülmediğinde: “Ya, bu nerede kaldı, gelseydi ilginç bir konu bulurdu mutlaka…” diyen kişilerin, hatta Mübariz’i bayağı özledikleri zamanlar da olurdu; onun “bilimsel ve siyasal birikimini” herkes takdir ediyordu. Allahverdi Efendi ise bu Mübariz’in yakın zamanda neyse bir şeyler yapacağından ve bununla da köyün adını göklere yücelteceğinden kesinlikle emindi. (Ama bu “neyse” denen şey ki vardı, onu da “belki” gibi ekmişlerdi ama tutmamıştı). Bazen durup dururken insanın yüzüne dik dik bakarak soru sorması da vardı Mübariz’in. Mesela, bir gün Allahverdi Efendiye aniden şöyle bir soru sordu:

      “BM Genel Sekreteri kim biliyor musun? Bilmiyorsun…”

      “Kimdir ki Mübariz?” İçtenlikle yardım isteyerek etraftakilerin yüzüne bakan (yardım eden olmadı) Allahverdi Efendi merak edip sordu.

      “U Tan. U Tan.”

      “Sen kime “utan” diyorsun ya? Ben mi utanayım? Neden?”

      “Hayır, hayır ya…” Etrafta merakla bekleşenleri kurnaz bakışlarla gözden geçirip, içinden güldü Mibariz: “Allahverdi dayı “U Tan” adamın adıdır. Kendisi aslen Burma’lıdır. Burma bir ülkedir. Bütün dünyanın reisliğini işte o adama vermişler… U Tan’a.”

      “Ada bak ya… Utan. Utananın oğlu olur mu hiç?”

      “Olmaz, olmaz.” Etraftakiler kıpırdadılar.

      Mübariz, Behram’ın dersten çıktığı saati, hangi dersinin yapılacağını veya yapılmayacağını çok iyi bilirdi. Hatta Behram bazen son dersleri yapılmayıp erken bitirdiklerinde bile kapıdan çıkınca Mübariz’in okulun karşısındaki karaağaç kütüğü üzerinde oturduğunu görürdü. “Çoktan mı bekliyor acaba? Peki, bunun kendi dersleri ne oldu? Gerçek bir arkadaştır, gerçek arkadaşlık ben buna derim.”

      Gülümser Gülsümle yolları aynı idi, bu yüzden Kehrizli Köprüye kadar çoğu zaman üçü hep beraber gider, köprüyü beraber geçerlerdi; Mübariz, Behram bir de Gülsüm. Köprüyü geçince Mübariz ile Behram sola, Venk dağının eteğine Behramların evine (Çoban Kalpağına) doğru, Gülsüm ise başını aşağı dikerek (ama gülümsemesinden kalmayarak) sağ taraf giderdi. Gülsümün evi mezarlık yolunun başındaydı. Vedalaşırken Mübariz her defasında kıza şakayla neyse bir söz bulur derdi: “Bak, yarınki derslerine iyi çalış, içime doğdu yarın matematikçi seni derse kaldıracak.” Bir gün, iki gün, üç gün (aslında bir yıl, iki yıl, üç yıl) sonunda Mübariz açık verdi günün birinde. Her defa bu olayı anımsadığında daha hızla çarpar Behram’ın kalbi. O gün Mübariz okuldan köprüye kadar hep şunu söyledi: “İnsanların birbirlerinden uzakta birbirlerini anımsaması nasıl mümkün olur, biliyor musunuz?” Hiç susmadı, sorularını peş peşe sıralayarak ve bu arada sürekli Gülsümü keserek: “Sen acele etme Behram, sen acele etme” diye araya bir söz sıkıştırmaya çalışan Behram’ı engelledi, sorduğu sorunun cevabını ilah Gülsüm’den bekledi. Behram’ın kalbi sabırsızlıkla çırpınmaya başladı: “Herhalde