Anlatmak da ne, neyi anlatacaksın be adam? Neyi?” Köhne, can sıkıcı anılar nerelerdense gelip beynine sokuldu. Sağ tarafına döndü. Yorganı başına çekti, altına saklandı. Bir ah çekti: “Mübariz’e acımak bana mı kaldı? Bırak bu genç adam Mübariz’i az biraz da kötü bilsin. Haline acınacak birisi varsa o da benim aslında; ben Behram, Mübariz değil, uzun burunlu Mübariz hiç değil. Ne olmuş ki Mübariz’e? Evi barkı, çocukları, eşi (bir zamanlar kötü diller Tükez kadınla ilgili de bir şeyler fısıldadı, günahı söyleyenlerin boynuna)… Mübariz hayatını düzeninin çoktan kurmuş. Ya ben?” Behram Emmi bu tür acıklı düşünceleri kendinden uzak tutmaya çalışmıştı hep. Bazen başarmış bazen de başaramamıştı. Şimdi de hayali onu bu gece vakti alıp uzaklarda kalmış çocukluk ve gençlik yıllarına götürmedi mi, götürdü; uykusu kaçtı, yaşadıkları bir sinema şeridi gibi başa döndü ve yorgan altındaki Behram emmi de dönüp oldu sıradan bir seyirci.
Mübariz, Behram, Gülsüm destanı çoktan beri böyle renkli görünmemişti onun gözüne. Her şey türlü renklere bürünmüştü, etraf alışıp yanan renkler içindeydi.
Mübariz, Behram, Gülsüm (yıllar önce)
Yalan olmasın, yaklaşık elli veya elli bir yıl önce (tam olarak 1954 yılında) asık suratlı bir sonbahar sabahı (ama hayır, belki de kırk yıl önceydi) Behram köyde yeni kurulan okulun 3. sınıfına gitmeğe başladı, okula hiç geç kalmadı. Rahmetli babası onu uzak bir yere (yakındaki köyün okuluna yürüyerek bir saatte gidiliyordu) göndermek istememişti. Aslında yol uzaktır, her gün gidip gelmek çocuk için zor olur vs. gibi şeyler önemli değildi; Kamer Efendi bu tür şeyleri umursamazdı. Yalnız ufak Behram ona burada gerekti; koyun sürüsünü otlağa götürdüğünde Behram da ona arkadaşlık ediyordu. Çünkü Behram’ın babası Kamer köyün çobanıydı.
Okulun yeni binası zamanında teslim edildi. İnşaatı ilçe merkezinden gönderilen bir devlet kuruluşu üstlendi ve zamanında bitirdi.
Köydeki devlet çiftliği başkanlığı ile muhtarlığın ortaklaşa düzenlediği mütevazı bir açış töreniyle hizmete açıldı. Okul binası postanenin sağ tarafına yapılmıştı. Heyecanlı, şenlikli bir gündü. Köy halkı bayramlıklarını giydi, süslendi, postanenin önündeki meydana (Radyo meydanına) toplandı; masalar, sandalyeler, semaverler, bardak tabak getirildi, çay sofrası kuruldu.
Mübariz o yıllarda henüz bıyıkları yeni yeni çıkmaya başlayan bir yeniyetmeydi. İnşaat süresince kendi yaşıtlarını bir ekip kurmuş, onun bu gayretkeşliğine bıyık altından gülen ustalara güya yardım etmeğe çalışırdı; çay verir, yemek sofralarını kurur, toplar, inşaat alanında temizlik yapardı. Yüzleri tıraşsız, asık suratlı, fazla konuşmayı sevmeyen ustaları ilçe merkezinden üstü açık bir kamyon sabahları erkenden köye getirir, akşam karanlığı çökünce de geri götürüyordu. Ustaların hiç konuşmadan yedikleri öğle yemeğini muhtarlık çıkarıyordu; her hane bir günlük (inşatta çalışanlar sekiz veya on kişiydi) öğle yemeğini üstlenmişti.
İnşaat için taşı, tuğlayı, keresteyi köyün muhtarı Allahverdi (“devlet dairelerinin kapı kapı dolaşarak”) yüz kapı çalarak temin ediyordu. Bazen malzeme geç kaldığında ustalar kısa veya uzun molalar verir, birbiri ardınca sigara içir, şantiyede köşede bucakta çaylarını yudumlayarak, ustabaşı Zerbali’nin tabiriyle “inşaat sürsatının” getirilmesini bekliyorlardı. Bu molalar sırasında Mübariz aklına gelen her şeyi bir araya getirerek ustaları (ilçe merkezindeki işleri, evleri, çoluk çocukları, akrabaları, “yakın” Moskova ve “uzak” Berlin üzerine) soru yağmuruna tutar, sonunda ustayı da yardımcılarını da bezdiriyordu. Çoğu zaman sessiz sedasız kalan Usta Zerbali böylesi durumlarda derdi ki (yalnız bu zaman suratı açılırdı): “Evimde ne var ne yok Mübariz benden daha iyi biliyor.”
Postane kapısının yakınında yüksek bir direk vardı, ucuna hoparlör asılmıştı, gün boyunca hiç susmaz çalışırdı; sesinin hırlayıp inlediği zamanlar da olurdu, açık net çıktığı zamanlar da. Akşamüzeri köy halkı –yaşlılar bir tarafta, gençler onların yakında bir yerde, kadınlar başka bir tarafta radyo meydanını doldurur (çoğu kişi kendi küçük tabureleriyle gelirdi), müzik programlarının, özellikle şiirli, müzikli ve sonu acıklı biten aşk hikâyelerinin zamanını kaçırmazlardı. Radyo meydanı aslında yarı açık yarı gizli buluşmaların da mekânıydı. Zaman zaman kızların kadınların (çoğunlukla müzikli programlar sırasında) toplandığı yerden gelen gülüş sesleri (bazen özel bir gülüş karşı tarafta birisine bir işaret olarak gönderilirdi) ortalığı kaplıyordu. Bir de görürdün müzik bitmiş, yayın sona ermiş gelinmiş, radyoda artık Azerbaycan Sovyet Cumhuriyetinin milli marşının son bölümü çalıyor ve işte o da bitiyor… Ama meydandan etrafa yayılan şen şakrak sesler, konuşmalar, gülüşler bitmek bilmiyordu.
Kış ve sonbahar dönemlerinde elbette ki radyo meydanı tenha kalıyor, bir nevi “nadasa” bırakılıyordu. Gece yağan ve nasıl yağdığını kimsenin görmediği bembeyaz kar radyo meydanının baştanbaşa beyaz bir halı gibi kaplıyordu. (“Yaşlılık da böyledir”, Behram Emmi elini beyazlamış saçlarına sürerek düşünüyordu: “Bir sabah uyanıp görürsün, her taraf bembeyaz kardır”).
Venk dağından esen soğuk rüzgârların getirdiği kar taneleri kısa sürede meydanı kapatır, buzlanıp kayganlaşan yola cesaret edip ayak basanlardan yere düşenler kahkahayı basar, ayakta kalabilenler ise zafer naraları atarak geçip giderlerdi. Geceleri dolgun ayın (dolunayın) ışınları kar üstünde yansıyarak Radyo meydanını gerçekten beyaz bir halı haline getirirdi. Meydanın kenarlarına sıralanmış çam ve çınar ağaçları bir armağan olarak kabul ettikleri karlı giysileri çabucak ve hevesle üzerlerine giyerlerdi; öyle ki ancak köyün çocukları bayramlarda alınan hediyeliklerini bu denli arzu ve sevinçle giyebilirdi.
O yılın sıcak yazı bitmek üzereydi, Eylüle az kalmıştı. Okul açıldıktan sonra yeni müdür, ilçe merkezinden gönderilen tecrübeli eğitimci Bayram öğretmen kayıt listelerini düzenlemekle meşguldü. Köyde öğretmen sorunu yoktu; şehre gidip öğretmenlik eğitimi alanlar arasından köye geri dönenler vardı. Tarih, coğrafya, ana dili öğretmenleri tamamdı. Bayram öğretmen kendisi matematik derslerini verecekti. Dışarıdan yalnız yabancı dil öğretmeni istemek gerekiyordu. Yani bu yeni okul mevcut kadrosuyla kapılarını köyün (hatta komşu Kamışlı köyünün) çocuklarına açabilirdi. Öğretmen ve kadro durumun gittikçe iyileşeceği konusunda ilçe eğitim müdürlüğü söz de vermişti. Zaman içinde gerçekten de durum iyileşti. Elli yıl önce inşa edilen tek katlı, on üç dersliği ve iki çalışma odası olan o eski ilkokulun neredeyse tam bitişiğinde üç yıl önce yeni, gösterişli ve geniş (en önemlisi de lise düzeyinde) okul binası inşa edildi. Bugün itibarıyla öğretmenli yapanların çoğu dört beş yıl önce köyden okumaya giden gençlerdi; yüksek eğitimlerini bitiren gençler Venk dağının eteğindeki bu köye şimdilik hevesle (hevessiz) geri dönüyorlardı.
O uzak yaz akşamında ise radyo meydanında bir bayram havası hâkimdi. Köy tarihinde ilk resmi okul birkaç gün sonra kapılarını öğrencilere açacaktı. Bir zamanlar köyde bir molla okulu vardı. Sovyet yönetimi kurulunca bu ‘mollahane’ kapatıldı; binası köy sovyetine (muhtarlığa) verildi ve halen de ona aitti. Köy sovyetinin o zamanki başkanı (muhtar) Allahverdi Efendi çocukluğunda bu molla mektebine okumaya gidenlerdendi (hatta bir defasında Molla Kelbali onu falakaya yatırmıştı, çok iyi hatırlıyor, “öldüm Allah, düşmanıma da gösterme”), şimdilerde ise her gün aynı binaya muhtar olarak gidip geliyordu.
Allahverdi Efendi yaşlıydı, o gün açılış töreni sonrasında etrafındakilere söyledi:
“Bakın,