Kemal Abdulla

Unutmağa Kimse Yok


Скачать книгу

noktalar topluluğu, çizgi, ezgi. Nokta ve çizgi. Işık da durur, gelir, durur, gelir.

      “Evet…”

      “Yıldızlar da öyle, sanki sürekli göz kırparlar. Yanıp sönerler. “Tıng” – “tınlama”. Kulağıma tar sesi geldi; F. Q. aniden cırcır böceklerinin seslerini duymaya başladı.

      “Dilbilimci ben miyim o mu?” Behram Emmiye gittikçe artan bir ilgi ve saygıyla bakmaya başladı F. Q.

      “Evet, ben de duydum. Tar sesi. Diyorum belki… Kalkıp geçelim eve. Bak, damlalar düşmeğe başladı.” Elini yine havaya açıp Behram Emmi sözünü kesti, başını yukarı kaldırıp gökyüzüne baktı, sonra etrafı dikkatle gözden geçirdi.

      “Yani bu zaman yağmur yağabilir mi?” Şaşkınlık içinde sordu F. Q.

      “Yağır, yağır. Biliyor musun şimdi yılın hangi dönemidir? Aklına ne gelirse o. Aklına yağmur geldiyse, yağmur yağabilir.

      “Bu havada ne yağmuru? Bu kadar yıldız var gökyüzünde, bir tek bulut parçası bile yok. Ömür billâh yağmaz. Zor iş.”

      On dakika sonra Güney Amerika yağmurlarına benzeyen bir yağmur kana kana yağmadı mı yağdı. Gökyüzündeki yıldızlar yerlerini kolaylıkla bulutlara terk ettiler, sanki hiç baştan beri yoktular.

      “Kalk evlat, kalk eve gel, ıslanacaksın.”Behram Emmi semaveri alıp terasa bıraktı, içeri girdi. “Islanmadan gidim bunun yatağını açayım, geç kaldık.”

      Bu defa Behram Emminin sesindeki nevaziş ile yüz ifadesi birbirine uymadı gibi geldi F. Q.’ye. Behram Emmi içeri geçerken ona, biraz garip veya çok dikkatle baktı diyelim.

      Damlalar bir yerlerden gelerek F. Q.’nin yüzüne saçlarına konuyorlardı. Doğrudur, Ufaklığın kalın dal budağı, yaprakları onu giderek güçlenen yağmurdan korumalıydı ama… Yüzünden kayarak çenesinin altına kadar gelen damlaları güçsüzleşen elleriyle (yeniden başı mı dönüyordu yoksa uyku mu bastırıyordu, artık neredeyse ayakta uyuyordu, gözleri kapandı kapanacaktı) siliyor, saçlarını sıvazlıyordu. Oturduğu yerden kalkmak istedi ama kalkamadı. Aniden ürkütücü giysilerine (karanlığa) bürünen Venk dağından (dev geri dönerek yerine uzanmıştı) sanki kayarak gelen inleme sesini yarı uyku içinde beyninin tüm hücreleriyle algıladı: “Devden böyle bir ses?” diye aklından geçirse de umursamadı. Ama bu zaman yine beyninin aynı derin katmanlarından yıldırım hızıyla geçen başka bir düşünceden İYİCE irkildi; insanlar derin bir uykuda da böylesine irkilir ama uyanmazlar. Aslında F. Q. bundan irkilmemeli, korkmamalı, sadece şaşırmalıydı. “Uyuyor muyum yoksa? Ama bu gerçek olamaz, böyle olmaz.” Uyuşmuş olan bilincini toplamaya çalıştı.

      Yağmur burada onun hayatı boyunca alışmış olduğu gibi yukarıdan aşağıya yağmıyordu. Burada yağmur aşağıdan yukarıya doğru yağıyordu.

      II. BÖLÜM

      Behram Emmi mağarayı bulduktan bir hafta sonra

      Sıcak ve yorgun bir yaz günüydü. Öylene doğru Behram Emmi soluğu daralmış halde kendini yazıhaneye Mübariz’in yanına attı. Çok heyecanlıydı. Heyecanını dizginlemeğe çalışıyordu. Selam bile vermeden:

      “Biliyor musun neler oldu Mübariz?” Açık pencereden dışarıya bakarak sordu.

      “Hayır, bilmiyorum. Otursana. Ne var, ne oldu?” Behrem emminin sesinde saklı korku Mibariz Efendinin dikkatini çekti.

      “Mağaranın gerçekten de ruhu var.” Behram Emmi sandalyeyi çekti, bir sanık gibi onun karşısına oturdu.

      “Nasıl yani?” Mübariz Efendi elbette ki bu ruh muhabbetine ilk gülenlerden birisiydi, şimdi de neyse demek istedi ama ne diyeceğini bilemedi, yutkundu ve ancak kendi sözlerini tekrarlayabildi: “Nasıl yani?” (“Ah, Behram, Behram, ne oldu sana?”)

      “Gerçekten, inan bana. Ben de inanmıyordum, şimdi inanıyorum. Mağaranın ruhu var.” Behram Emmi bu son sözlerini masum bir fısıltıyla söyledi, sonra bir daha yeniledi: “Mağaranın, gerçeği söylüyorum, ruhu var.”

      Mübariz Efendi ürkmedi mi ürktü… Damarında kanının donduğunu, sırtından – yaz kış giydiği ekose ceketin altından – soğuk terler aktığını hissetti.

      Yaz mevsimiydi, mesele terlemekse zaten gün boyunca sürekli çay içip terlerdi ama şimdi sırtında hissettiği soğuk bir terdi. “Behram boşuna konuşmaz. Bu ne saçma bir iştir?”

      “Sen de buna inandın mı?”

      “Evet.”

      “Ne zamandan beri?”

      “Mağaraya girdiğim andan.”

      “Tamam, tamam… Şakanın sırası değil, yarın buraya insanlar toplanacak, büyük büyük âlimler gelecek köyümüze. Daha neler? Mağaranın ruhu varmış? Gör aklından neler geçiyor bu yaşta?” Mübariz Efendi işi şakaya dökmek istedi “Yaşlanıyorsun.”

      Mübariz Efendi dikkatle Behram’a baktı. Kafasındaki takkenin altında olup kalan saçlarının tamamı bembeyazdır, sakalı da öyle; gözleri her zamanki gibi hareketlidir, dibinde fener mi yanıyor ne… “Yoksa yine beni mi işletiyor?”

      Mübariz Behram’dan beş (belki de) altı yaş büyüktü. Ama gençlik dostu Behram’a şimdi üzülerek baktı: “Bunun yaşı daha yeni yetmişe oldu ama neden bu kadar erken çöktü. Şimdi bunun hali böyleyse acaba ben nasılım? İnsan kendi yaşını hissetmez ki?”

      “Sen yaşlanma da, bana bir şey olmaz.” Behram Emmi onun aklından geçenleri hissetti ama konuyu değiştirmedi. “Mübariz bak, ilk sana söylüyorum, mağaranın ruhu var. Bana mesajlar veriyor.”

      Mübariz: “Bu nereden bildi benim ne düşündüğümü?” diye yerinden kalktı, köşedeki buzdolabından bir su şişesi çıkardı:

      “İçiyor musun?”

      “Hayır.”

      İki bardak suyu bir solukta kafaya dikti: “Garip, çok garip.” İçindeki ateş yine sönmedi. Son dönemlerde Mübariz dikkat edip görmüştü; içinden geçen sözü yüksek sesle söylemese de karşısındaki anlıyordu: “İnsanın kendi kendine düşünmesi, kendi içine çekilmesi böyle engellenirmiş.”

      “Yavaş yavaş, insan gibi, ayrıntılı, acele etmeden anlat bakayım ne diyeceksin?” (“Yoksa bunun kafasına bir şey mi düştü? Tahtası mı eskildi? Aynen öyle. Evet, evet. Ah Kamer dayı, şimdi ters dönüyorsun mezarında.”

      Yavaş yavaş sakinleşti. Alttan alttan Behram’a baktı. Behram Emmi yine pencereden dışarıyı kesmeğindeydi ama orada bir şey göremiyordu. “Şimdi ben bu inanmazı nasıl inandırayım, nasıl anlatayım?”

      “Diyorum ki…” Sonunda Behram Emmi kendine gelip konuştu: “Diyorum, belki biz bu insanları mağaraya götürmekle doğru bir şey yapmadık? O da tehdit ediyor, kim buraya girerse, aynen öyle diyor, kim mağaraya girerse, yazıya parmağının ucuyla dokunursa… Ölür.”

      Mübariz Efendi Behram’ın tavırlarından onun şaka yapmadığını anladı. Şaka yapmıyorsa demek ki… “Yazık. Çok yazık.”

      “Behram sakin ol. Behram kendine gel. Mağaranın ruhu da ne demek? Mağara ruhu ne gezer buralarda? Sana ne oldu, neden beni korkutuyorsun?”

      “Mübariz” Behram Emmi şakaklarını ellerinin arasına alarak gözlerini ona dikti: “Ben mağaraya girdiğimde, bugün sabah yine gitmiştim oraya, aniden kulağıma boğuk, korkunç bir ses geldi. Aslında bu sesi kulaklarımla duymadım, ses kafamın içinde şakalarımda güm güm gümlüyordu. Henüz böyle bir şey görmedim. Ses kafamın içindeydi ama