Kemal Abdulla

Unutmağa Kimse Yok


Скачать книгу

Herkes iyidir, herkesin selamı var.” Bu defa F. Q. biraz sabırsızlanarak yanıtladı soruyu.

      “Böyle… Sabırsızdır.” Sinirleri çelikten olan Mübariz Efendi sorularına rahat rahat devam etti: “Şehirde ne var ne yok? Şehir değişiyor mu, değişmiyor mu?” Daha sonra onu dikkatle gözden geçirip: “Sen hiç köy gördün mü?” diye sordu.

      Mübariz Efendi deminden beri F. Q.’nin oturuşuna, yürüyüşüne, duruşuna dikkat ediyordu, sonunda sorusunu sordu. Dayanamadı: “Aklım bir şey almadı.”

      “Şehirdir, işte. Yerinde duruyor, ne bir yere gidiyor, ne değişiyor.”

      Esas soruya ise (Sen hiç köy gördün mü?) yanıt vermedi F. Q. “Hayır, bu adam hiç köy görmemiş, ilk defa geliyor. Dik kafalıdır, insanın gözünün içine bakıyor, kimseden sakınmaz, az biraz da, o ne canım basbayağı kibirlidir. Yetenekli genç araştırmacı.” Çok zor fark edilebilen alaylı bir gülümseme yanıt gibi gelip kondu muhtarın ince dudağının ucuna ve açıkça yalancı bir dinçlikle ama asık bir suratla yüzüne bakan F. Q.’ye bu “masum” sorusunu bir daha tekrarlamaya karar verdi:

      “Diyorum bu zamana kadar hiç köyde bulundun mu?”

      Mübariz Efendi F. Q.’nin “züppece” yanıtını (“Şehridir işte, yerinde duruyor”) sanki hiç duymadı, “genç araştırmacının” canının sıkılıp sıkılmadığı, yorgun olup olmadığı anlaşılan hiç umurunda değildi: “İşte, galiba afallamaya başladı bu yetenekli (!) genç bilim adamı.” Muhtar sorduğu soruya net bir yanıt alıncaya kadar el çeken birisine hiç mi hiç benzemiyordu. F. Q. memnuniyetsizlikle kafasını salladı, açıkça yakasını kurtarmak için:

      “Bulundum, bulundum. Halk ağzından söz derleme çalışmalarına katıldım öğrenciyken… Halk deyimleri, özlü sözler, türküler… Her yerde farklı olur” dedi. Bir çırpıda söyledi.

      “Çok iyi, çok güzel.” (Belki şimdilik bu kadar yeter). “Evet, o zaman senin işin o kadar da zor olmaz. Köy dediğin can sıkıcı bir yerdir.” Mübariz kişi sesinde gizli bir keder dikkatle F. Q.’ baktı.

      “İş çok, can sıkıntısına imkân olmayacak.” (Sıkılmak ha?)

      Bu sözlerden sonra yine morali bozuldu Mübariz Efendinin. Adamakıllı, nasıl derler, içi sıkıldı. Diyalog kurulamıyordu. “Kibirli çocuktur ama.” Bir şeyi kesinlikle anlayamıyordu; F. Q.’nin böylesine dik kafalılığı (gizliden gizliye de olsa), çalımı, bu kibir (daha doğru bir sözcük bulmak çok zordu, elbette ‘kibir’di bunun adı) neden moralini bozmaya başlamıştı? Beyninin derinlerinde acı veren (neden acı veren) bir duygu doğmaya başladığını hissediyordu. Kıskançlık duygusu. Çiçekli Yazıyı bu çocuğa mı kıskanıyor? Neden matem havasına bürünüyüordu? İçini, kalbini sanki bir kurt kemiriyordu. Nedeni ise bilinmiyordu. “Ruh konusunda Behram kendisi onu uyarır. Grek görürse. Bana ne?”

      Serin bir esinti gelip doldu pencereden içeriye ve beraberinde ani bir ışık topağı da getirdi bu esinti. F. Q.’nin yüzü aydınlandı, ama çabucak da kayboldu bu aydınlık. F. Q. bir sigara aldı, kibriti yaktı ama sigarayı tutuşturmadı, kibrit çöpü parmakları arasında dolaşıp sonunda tamamen yanarak simsiyah kesildi.

      “Bakarsın, olur ya.” İlk defa bu zaman F. Q.’nin aydınlanan yüzünü gizli gizli inceleyen Mübariz Efendinin içine doğdu… Bu çatık kaşlı genç Çiçekli yazıyı okuyabilir. İlk defa o an F. Q.’yi yazıyı okuyabilecek birisine benzetti; gözleri ışıl ışıl olup kibrit çöpünün yanmasını izlerken… “Bunun gibisi hırsından okur, vazgeçmez.” Aklından geçen bu düşünceden irkildi: “Ya sonra? Peki, sonra ne olacak?” Yazı okunduktan sonra biz kime lazımız ki? Ama bak şimdi ne biçim mektuplar döşeniyorlar?”

      “Behram Emminin evi hangi tarafta, birsi gösterseydi.” F. Q. yanıp bitmiş kibrit çöpünü çöp kutusuna fırlattı, sigarayı yeniden pakete yerleştirdi ve sohbeti bitirmeyi denedi. Yol yorgunluğu yavaş yavaş hissettiriyordu kendini. “Bir avuç su vurabilseydim yüzüme”

      “Acelen mi var?” (Çok da sabırsızdır). “Acele etme, kendim götüreceğim seni.” Hâlâ tüm varlığıyla kendini sevinmeğe zorlayamayan Mübariz Efendi (bir şeyler canını sıkıyor, sıkıyor gerçekten) aniden pencereye bakıp ayağa kalktı: “Profesör sana her türlü yardım etmemizi istiyor. Boynumuzun borcudur. Hadi gidelim.”

      Bunu duyunca içtenlikle konuştu F. Q., içtenlikle:

      “Sağ olun, çok sağ olun” dedi, Mübariz Efendi ayağa kalkınca kendisi de kalktı ve böylece Mübariz Efendinin odadan dışarı çıkmak kararını kesinleştirdi. “Bir de bakarsın kararını değiştirir. Hiç halim yok şimdi seninle uzun uzun konuşmaya. Tüm sorularına yanıt vermeğe vallahi halim yok.”

* * *

      Mübariz Efendi ve peşinden de F. Q. muhtarlığın küçücük bahçesine çıktılar. Hava daha tam olarak kararmamıştı. Mübariz Efendi önce F. Q.’nin ön tekerleklerini yaşlı Karaağaç kütüğüne dayayıp duruyormuş gibi görünen yamuk yumuk eski arabasına gözünün ucuyla bakarak: “Bu ne ya, yani şehirden buraya kadar gerçekten kendimi gelmiş?” dedi içinden.

      “Onu bırak, orada park yeri yok. Yayan gideceğiz.”

      “Olur.” F. Q. öğretmeninin sözünden dışarı çıkmayan disiplinli bir öğrenci gibi arabanın arka kapısını açtı, arka koltuktaki yeşil bavulu aldı, arabanın camlarını kapattı, “alalı”nın kendi içine kapandığına emin olduktan sonra:

      “Ben hazır” dedi, çantayı sol omzuna taktı (ağır olduğunu fark edince sağ omzuna aldı) usluca bekledi… Nasıl olsa Mübariz Efendi aksakallıdır, öne geçsin, yola koyulsun, o da arkadan takip etsin diye düşündü.

      Onu çaktırmadan gözetleyen Mübariz Efendi ayağını hafiften sürükleyerek yola koyuldu. Yol önce Kehrizli ark boyunca uzayıp gidiyordu; sonra azacık sola dönecek ve gidip çıkacaktılar Venk dağının tam eteğine kadar uzanan köy yoluna. Mübariz Efendi şaşkındı. Konuşmak hevesi yol giderken kendiliğinden uçup kaybolmuştu, öteki yandan susmayı da doğru bulmuyordu. Açık kalpli tüm köylüler gibi, beraber yol giden iki kişinin, hele bunlardan birisi buralarayabancıysa, misafirse, yol giderken kesinlikle konuşmaları gerektiğini düşünüyordu. Yine cebinden mendil çıkarıp boynunun terini sildi, boğazını temizleyip, eliyle köyün bu noktasından bakıldığında çok da korkunç görünmeyen (devler kaybolmuştu, havaya karışmıştı) Venk dağını gösterdi, kısa kesti:

      “Behram’ın evi dağın tam eteğindedir. Daha yolumuz var.”

      F. Q. konuşmadı. Yolu geçip Kehrizli arka doğru gittiler. Yol boyunca bilerekten F. Q.’nin yüzüne bakmayan (neden, niçin?) Mü-bariz Efendi konuşmak hatırına deminki konuyu devam ettirdi:

      “Bu yazıyı diyorum, yani bunu okumak o kadar mı önemli? Sen üçüncü kişisin gönderdikleri, seninle üç oldu. Demek ki önemlidir” diye Mübariz Efendi kendi sorusunu kendisi yanıtladı. (“Profesör boşuna telaşlanmaz”). “Yani sizin oralarda başka önemli işleriniz yok mu?” Mübariz Efendi dupduru, gökyüzü rengindeki gözlerinin dibinde kurnaz ve yapay bir saflık, ama yine aynı ısrarlı tavırla başını dönüp F. Q.’nin yüzüne baktı. Uzun burnunun ucunda ter damlaları teker teker sıralanıp duruyordu.

      Yorgun, aç ve susuz F. Q. kendi de anlamadı neden ağzından tam da şu sözlerin döküldüğünü:

      “Öyle görünüyor.”

      Mübariz Efendi F. Q.’nin “öyle görünüyor” sözlerini aslında kendisinin henüz dile getirmediği soruya bir yanıt olarak kabul etti ve o an gerçekten şaşırdı. “Benim düşüncelerimi okuyor.