Kemal Abdulla

Unutmağa Kimse Yok


Скачать книгу

alalı araba ha bire sağa sola zıplayarak yoldaki çukurlardan, tümseklerden kurtularak Venk dağına doğru ilerledikçe, renkli tiyatro perdesine benzeyen sonsuz gökyüzü böğürüyordu sanki. Gökyüzü uzaklardaki bu dağı, dağın eteğindeki köye götüren tozlu topraklı yolu (buna yol denebilirse tabii), bu yolla ‘canını dişine takıp’ zar zor ilerleyen eski püskü arabanın kendisini bile canlı bir yaratıkmış gibi içine alıyordu ağır ağır soluyarak. Her şey acayip biçimde birbirine karışmaktaydı. F. Q.’nin kullandığı araba Venk dağının böğründen hızla geçerek gelip köyün ilk evlerine, bu evlerin çitler arkasında havlayan köpeklerine varacak ya da varmayacaktı veya bu kargaşada yolunu şaşırarak haykıra haykıra Venk dağını arkada bırakacak, dağın öteki yanına giden başka bir taşlı tozlu yola dalacak, böylece yeniden dönüp geldiği şehir yoluna mı yönelecekti… Bunu kestirmek çok zordu.

      Perdenin görünen tarafı daha tanıdık, daha ilginçti. Geçen yıl bir arkadaşının, “Renk mi, rengi bir âlemdir bu arabanın, âlem diyorum, dostlara kısmet olur inşallah” diye tutturarak, sonradan anlaşıldığı üzere gayetfahiş bir fiyata kakaladığı bu araba, sanki eline (aslında tekerleklerine) fırsat geçmişmiş gibi kendini kanıtlamak istiyor; yeri geldi gelmedi vahşi gibi kâh olanca sesiyle bağırıyor, kâh da zar zar ağlıyor, inim inim inliyor, yoldaki tüm çukurları teker teker “inceliyor”, bazen kenara sapıyor, gerekli gereksiz hoplayıp zıplıyordu. Dağa doğru tırmanan böylesi daracık ve taşlı bir yolda ilk defa araba kullanan F. Q. “bizde yol yok, bizde yön var – ‘buradan oraya dek’ – nasıl gidebilirsin git”; arabanın haline acırken (sanki inleyip zırlayan de kendisiydi, çukurlara takılan da) birden anımsadı, bu arabanın rengini hâlâ adam akıllı anlayamamıştı. “Renk mi, rengi âlemdir” diyen arkadaşının dudaklarındaki hafif gülümsemeyi F. Q. Sanki yeniden gördü. Bu gülümseme nerelerdense gelip arabanın ön camına yapıştı. Arabanın belirsiz rengini anımsamasına neden olan şey başının üstündeki bu gizemli renkler âlemiydi. “F. Q., F. Q. sen ne zaman uslanacaksın?” F. Q. arkadaşının arabanın ön camına yapışıp kalmış sırıtan suratından bakışlarını çekip yukarılara, gökyüzüne baktıkça şunları düşünüyordu: “Asıl oyun, asıl temaşa hangi taraftadır ve oyuncular hangi tarafta… Henüz belli değil. Teselli de burasındadır belki.”

      Görüntüsüyle sol böğrü üzerine yatmış şişman bir devi anımsatan bu dağın adı Venk dağı idi. Köy onun karnının altına kısılmıştı. Gün batışına yakın can sıkıcı bir zamandı. Araba ilerledikçe Venk dağı giderek büyüyen korkunç bir gölgeye dönüşmekteydi. “Köye hava tamamen kararmadan önce varmak fena olmazdı” diye F. Q. kaşlarını çattı, gaz pedalına basıp arabayı biraz daha hızlandırdı.

      Sağda solda teker teker, çifter çifter köy evleri, derme çatma çitlerle çevrilmiş avlular, bu avlularda kafalarını sakin sakin çevirip bu gürültücü arabanın çıkardığı seslere şaşkınlıkla bakan çocuklar görünmeğe başlamıştı…

      I. BÖLÜM

      Köye geleli iki ay altı gün sonra. Akşama yakın bir vakit

      Venk dağının eteğine (uyuyan devin “ayaklarına) sırtını dayamış tek katlı evin terasına ihtiyar bir adam çıktı. Bu adam koyun postundan yapılma bir yeleği palto gibi sırtına atmıştı. Ağır tütün içen tiryakiler gibi bir iki kere yumuşak yumuşak öksürdü; belki de sadece boğazını temizliyordu, çünkü aslında Behram Emmi artık ne sigara içiyordu, ne tütün ne de pipo. On yıldan beridir ancak Venk dağından gelen temiz havayı ciğerlerine çeken bu adam terastan indi, avlunun tam orta yerindeki dallı budaklı Karaağaç’ın altında bir iskemle vardı, o iskemleye yayılmış oturan F. Q.’ye yanaştı, kendi sırtındaki yeleği alıp onun sırtına bıraktı: “Soğuk olur, evladım, akşamüzeri buraların havasına pek güven olmaz” dedi.

      Avlunun her tarafı, nereye baksan göz alabildiği kadar elma ağaçlarıydı, ama avlunun tam orta yerinde ne zamandan beri burada bitmiş olduğu bilinmeyen dallı budaklı, görkemli ve heybetli bir ağaç olan “Ufaklık” lakaplı Karaağaç’ın bir eşi ve benzeri yoktu. Behram Emmi bu devasa ağaca ta çocukluğundan beri “Ufaklık” diyerek seslenir, okşar severdi.

      F. Q. buralara geldiğinden beri Ufaklığın altındaki kanepeyikendine sevimli bir mekân bellemişti. Bu kanepeaslında bir iskemle gibiydi, ama yaslanmak için tahtadan bir sırtlığı da vardı. Akşamları burada yayılmış otururken gün içinde ‘taş taşımasa da’ canına sinen tüm yorgunluk F. Q.’nin canından çıkıyordu. Ağacın altında sanki yeniden doğur, kendine gelir, dinçleşirdi. Demin sertleşen hava yüzünden (dağ tarafından artık esaslı bir serinlik gelmekteydi) F. Q. azacık üşüdüyse de kalkıp içeri gitmedi, şimdi de tam yerine denk geldi, Behram Emminin getirdiği kalın yelek tam isabet oldu, canı azacık ısındı.

      “Ya sen?” yeleği sırtına oturtmaya uğraşırken sordu F. Q. kibarlık olsun diye, sesine birazcık içtenlik bile kattı ama… “Yapay oldu, ayıp ettim.”

      “Bana bakma, ben bunun sıcağını da bilirim, soğuğunu da, zemherisini de. Beni hiç düşünme. Sen işine bak. Akşamdır, akşam sıcağına kanmamak lazım, hiç kanmamak lazım.” Behram Emminin duru, mavi gözlerinin dipleri yine aniden aydınlandı.

      Behram Emmi başına rengârenk bir takke koymuştu; başını aşağı eğip F. Q.’ye mahrem ve içten bir tebessümle baktı ve avlunun öteki ucunda ağaçlar arasına bir şekilde sıkıştırılmış olan ayakyoluna doru giderek gözden kayboldu. Yine ama bu defa avlunun ayakyolu tarafında elma ağaçlarının arasından bir iki kere o yumuşak öksürük sesleri geldi. Bu öksürük sesine bir arı vızıltısı uçup gelip karışmadı mı karıştı. Bu arı vızıltısı beyin delen cinsten bir vızıltıydı, F. Q.’nin tüm dikkatini üzerine çekti. Kuşkusuz deminki arıydı; az önce başının üzerinde birkaç can sıkıcı tur atmıştı. Sanki başının üstünde böylesine cansiperane vızıldaya vızıldaya ona neyse çok önemli şeyler anlatmak istiyor gibiydi. Zira akşamın bu saatinde arı olmaması gerekirdi. Şaşırmış mı ne? Arı birkaç tur attıktan sonra “ıh”, uçup gitti, bir daha sesi duyulmadı. “Ya… Böyle pişman olursun. Ne sanıyordun, kalkıp seni mi kovalayacaktım hoplaya zıplaya. Hayır, bir daha hayır! Ben seni kovalamayacağım, öldürmeyeceğim. Ben senin dostunum.”

      Behram Emmiler nesillikle (babası hariç, babası çobanmış) ne zamandan beridir bilinmez, hep arıcılık yapmış, belki yüz yıllardır arı beslemişlerdi. Behram kişinin ballarını ilçe merkezinden gelip alırlardı… Özel misafirler, makam sahibi kişiler için. Temizdi, şeffaftı, lezzetliydi, gerçek çiçek balıydı. Behram Emmi arıyı başka hiçbir şeyle yemlemezdi. Avlusundaki kovanlar (on beş veya yirmi kovan vardı) cümle kapısından girince sağ tarafta satranç haneleri biçiminde dizilmişlerdi. Bunu da F. Q.’ye Behram Emmi öğretti; arıdan korkma, onu kovalama, el kolunu oynatma, “sakin ol, senin dost olduğunu anlayacak, sessizce uçup gidecek.” Denedi, haklı olduğunu gördü. Kendi kendine şakayla “arıların dostu F. Q.” diye bir lakap taktı. Gün gelir de hayatımı yazarsam kitabın adını Arıların Dostu koyarım. Ama… Ya başkaları yazarsa benim hayatımı? Neden olmasın? Olabilir. Böyle bir kitap yazılırsa adı yine de Arıların Dostu olur. F. Q. mi? O da kim? Hangi F. Q.? Sonunda o yazıyı çözen adam mı? Hangi yazı mı? Kimsenin okuyamadığı o zor metni çözüp bilime kazandıran mı? Hangi metni, Çiçekli Yazı’yı mı? Olamaz! Yani o mu açtı Çiçekli Yazı’nın sırrını? O, o, elbette F. Q.’nin ta kendisi. Arıların Dostu. Kim olabilirdi ki F. Q.’den başka.

      Çiçekli Yazıyla ilgili ümitlendirici (hatta fantastik) düşünceler ara ara gelip kalbine ve ruhuna hâkim kesildikçe, öte yandan sevgilisi Afak’la iki ay önceki konuşmalarının