Kemal Abdulla

Unutmağa Kimse Yok


Скачать книгу

gerek bu komediyi, yetti be, çocuk değilim ben.”

      Behram Emmi demin tırmandığı o patikayla aşağıya doğru ağır ağır geri döndü, artık tek kelime bile etmeden terasa çıkıp oradan eve girdi. Pencereden avluya ılık bir aydınlık süzüldü.

      “Arıların Dostu” yayılıp oturduğu yerde baştan beri kıpırdamadan oturduğu gibi, halen de derin düşüncelere dalarak öylece oturmuştu. Tam da bu zaman sağ böğrünün uyuşmağa başladığını fark etti. Yerini rahatlamağa çalıştı. Rahatladı. “İyi ki bu yeleği giydim, adam akıllı soğudu hava.”

      Karanlık yavaş yavaş bastırdı, akşam oldu. Civar evlerden, köy meydanındaki postane ve kahvehane taraflarından, yakın uzak yollardan tembel tembel koyun kuzuların melemesi ineklerin mandaların böğürtüleri duyulmaya başladı. Hayvanlar otlaktan biraz geç döndü bugün. Avlu kapılarında “teşrifat” düzeninde bekleşen kadınlar ile çocuklar gelen ineklere, koyunlara şefkatle isim isim sesleniyorlardı; havada uçuşan bu isimlere bazen toz toprak karışarak yakın uzak her şeyi görünmez kılıyor, sonra yavaş yavaş çekiliyordu. Süt sağmaya hazırlanan uzun etekli, rengârenk yazmalı kadınlar ellerinde kovalarla avlularda ortaya çıkıp boy göstermeğe başladılar. Köy derinden soluklanıp sabahın köründe başlayan bu uzun ve yorucu gün ile ebediyen vedalaşmaya hazırlanıyordu; yapılması gereken ufak tefek son işleri bitirebilenler bitirir, daha sonra da parmağını ağzına sokarak uykuya dalan çocuklar gibi yuvarlanıp ağır ağır çökmekte olan akşamın derinlerine gömülüyorlardı. Allı güllü bahçeler, avlular önce gümüşü bir renge boyanıyor, ardından teker teker karanlığa bürünüyorlardı. Bu aralıkta cırcır böceklerinin tekdüze sesinden başka hiçbir şey bu müthiş sessizliği sarsmıyordu. Aslına bakılırsa F. Q. tam da bu zamanı bekliyordu. Köy yaşamından aklında kalan, unutamayacağı bir şey olacaktıysa o da bu akşam vaktinin ta kendisi olacaktı ve bu saatin gerçek tacı da gökyüzünün ve gökyüzünde peş peşe peydahlanan yıldızların zifiri karanlık içinde bu kadar yakında, az kalsın başının tam üzerinde (elini uzatsaydı dokunabilirdi) yer edinmesi olacaktı. Zifiri karanlığın ışık topakları… “Bunlar (yıldızlar) insanlara nasıl da göz kırparak duruyorlar. Sanki cırcır böceklerinin o bezdirici sesi onları çekip bu kadar yakına getirmişti.”

      Ama ne yazık ki F. Q. Karaağaç’ın altında otururken kafasını kaldırıp bu yekpare gökyüzünü göz dolusu seyredemiyordu; ağacın sanki ayaklanıp yürüyecek gibi duran dalları buna imkân vermiyordu. “Olaylar” ileride, dal budakların, sık yaprakların uzanamadığı, ulaşamadığı yerde cereyan etmekteydi; yıldızlar ise gökyüzü ile bir arada aşağıya doğru eğilip düzelip neredeyse köyün belli belirsiz görülebilen ücra bir noktasında, uzak tepelerin üstünde toprağa yapışmışlardı. Bu yıldızlar meclisinin yerleştiği noktayı F. Q. kendi kendine “Olayların Ufku” diye adlandırmıştı. Neden mi? Nedenini kendisi de bilemiyordu. F. Q. Olayların Ufkuna doğru baktıkça baktı (yıldızlar orada – gözlerden uzak bir yerde – sanki ayaklarını yeryüzüne basarak dolaşıyorlardı), göğüs dolusu soludu, havada uçuşan ince hafif elma kokusunu lezzetle ve de olanca gücüyle ciğerlerine çekti: “Neden ve niye insanlardan kenarda ne varsa hepsi bu muazzam uyum içinde var olabilir? Ya biz neden bu uyumun dışındayız, acaba neden kavuşamıyoruz ona?” Böylesine sırlı ve sinirbozucu sorular gelip beynine doldukça kalp çarpıntıları hızlanır, kanı kaynardı; az kalsın ki ruhuyla bedeninin ayrılmaz temasını hisseder ve en şaşılacak olan da şuydu ki bu durumlarda nereden geldiği anlaşılamayan bir acıma duygusu boğazını tıkamaya başlardı. Hatta bir keresinde gözlerinin şefkatten nemlendiğini fark etmiş ve bu F. Q.’ye gerçekten de garip görünmüştü. Ama boşuna… Bunda garip bir şey yoktu. Köye geleli iki ay (aslında iki ay altı gün) olmuştu, bu süre boyunca bir gerilim içinde sürekli çalışmış, hatta eziyet ve meşakkat içinde çalışmış, elinden gelen ve gelmeyen her şeyi yapmıştı ama buna rağmen Çiçekli yazının sırrına bir adım bile yaklaşamamıştı. Elbette bu durum F. Q.’nin huzurunu bozuyor, zaten gergin sinirlerini iyice geriyor, o da yeri geldi gelmedi sinirlenmekten (ama ses semir çıkarmadan, gerçi buna dayanmak daha zordu) kendini tutamıyordu. Kendi acıklı durumuna ayrıca kenar bir gözle de bakmaya alışık olduğundan, aslında kendinden habersiz gözünden çıkıp yanağına kayan gözyaşına şaşırmamamsı gerekirdi. Çok fazla övünerek girişmişti bu işe, şimdi bu da ödülü… Gözyaşı. “Ben ha… Gözümde yaş ha, öyle mi?”

      Gözyaşı yalnızdı. Bu yalnız gözyaşı bir yandan çevrenin, kâinatınen uzak yıldızından ta Karaağaç’ın dalına takılarak yuvasına geç kalan ve sinir bozucu bir vızıltıyla başı üzerinde durmadan dönen arıya kadar tüm çevrenin muhteşem Uyum’u karşısında sözsüz ve aciz bir sitayişten doğduysa, öteki yandan da Çiçekli Yazı karşısında F. Q.’nin güçsüzlüğünü belgeliyordu. Bir damla gözyaşı– sitayiş ve acizliğin kavuştuğu nokta. “Hayır, bu sadece yazı ile ilgili değil, ben biliyorum, o cadının evladıdır bunun nedeni, odur, Afak’tır.”

      Yalnız gözyaşını utangaç bir ifadeyle yanağından silerken, araba kullanarak köye ilk defa geldiği o “coşkulu” akşamı anımsadı. O zaman F. Q. Çiçekli Yazıyla ilgili öylesine bir coşku ve şevkle düşünmüştü ki… Bir ara hatta sanmıştı ki bu köyde hayatı kesinlikle baştan sona değiştirmelidir; unutulması gereken her ne varsa unutmalı, beynini, kalbini, ruhunu hep yazıyla, sadece Çiçekli Yazıyla doldurmalıdır. Düşünüyordu ki, bu gizemli yazıyı hemen şimdi şu an önüne getirseler, içine sığmayan, tüm varlığından aşıp taşan bir ilhamla okur (çözer); onu şehirden buraya gönderenlerin güvenini doğrultur. Önemli olan da budur; inam, güven. Başka hiçbir şey, hiçbir şey önemli değil. Öyle olmadı. Günler günleri kovaladı, ilhamı, coşkusu onu yavaş yavaş terk etti, yerine tereddüt, olasılık, korku gelip doldu içine, orasını kendine mesken belledi. Garip ama F. Q. zaman içinde korkunun yalnız kendisinden değil, onun ne zamansa gelebileceği düşüncesinden de korkmaya, ürküntü duymaya başladı. Afak’la parkta yaptıkları o konuşma ise hiçbir şekilde unutulmadı, unutulamadı. Neler demediler ki birbirlerine… Her sözü bir eşeye yükleseydin taşıyamazdı. “Aslında iyi oldu, canım ki ondan kurtuldu… Emip, emip kanımı içip bitirecekti beni, çok iyi oldu. Bana baksana ya, böyle de aşk mı olur; sevmem bile adam gibi değil. Hayır, yine hayır! Gitsin işine. Amaa… Bu nasıl olabilir ki? Hayatta olamaz. Doğruyu benim söylediğimi, onun (o!) ise bana yalan söylediğini kanıtlamazsam, ben daha ben olmam ki. Off… Bende akıl var mı ya? Yok, vallahi yok. Bitirdinse bitir bu meşakkati, bu işkenceyi, bitir F. Q. Bitirmezsen adam değilsin.”

      Bir miktar zaman da böylesine üzücü düşünceler, can sıkıcı anılarla geçti. F. Q. havada dolaşan kokulardan başının yavaş yavaş döndüğünü hissetti. Masallarda misk amber derler ya, bu koku onun ta kendisiydi. Avluda elma kokusuna otların, dağa çıkan patika kenarında biten ufacık otların ve ne kadar yadırgasa da ancak köy ortamında özel bir “çekici” etkisi olan koyun kuzu ve sığır tezeğinin kokusu karışıyor, bunların tamamı bir arada onu mest ediyordu. Belki de sırf bu yüzden yavaş yavaş uykusu geldi. Ama şimdi burada bir şekerleme yapamaz. Hayır… Behram Emminin getirip onun sırtına bıraktığı kalın yelek galiba çevreyi saran soğuğa yenilmek niyetindedir. Bu durumda uyuyabilir. Burada uyumak demek hastalanmak demekti. Hastalanmak mı? Asla… Hastalanmak, üstelik de şimdi, kesinlikle yasaktı. Yasak! Olanca kuvvetini toparlaması gerek, olanca gücünü. Son hamleye hazırlanmalı, son olasılığı da denemelidir; ancak bundan sonra elinin arkasını yere vurabilir. “İnşallah, inşallah, böyle olmaz, inşallah olmaz.” Garip bir ruh hali içinde Karaağacı dal dal, düğüm düğüm gözden geçirdi. Çatık suratlı Karaağaç yaprak yaprak hışırdamağındaydı.

      Behram Emmi yine terasa çıktı, bu kez ısrarla içeri çağırdı onu. “Eve girmesi