Kemal Abdulla

Unutmağa Kimse Yok


Скачать книгу

çünkü Mağara Ruhu yazıya dokunan herkesin öleceğini ta en baştan söylemiş bulunuyor. Bu noktada Deli Dumrul hikâyesinden bildiğimiz “can yerine can vermek” ilkesi devreye girmiştir. Oysa başka birisinin değil sadece yazıya dokunan kişinin ölmesi lazım ama yukarıdaki alıntıda Mağara Ruhunun da söylediği gibi “gerçek kimseye gerek değil”. Sadece mümkün varyantlardan birinin gerçekleşmesi yeterlidir. En önemlisi ise yazının gerçekten değil, “sözde” okunmuş olmasıdır. “Anahtar sözcüğü ver… Yalancı anahtar!” F. Q.’nin yazıyı çözmesi için anahtar sözcüğü bulması lazım. Ruhtan istenen şey bu sözcüğü vermesidir, gerçi gerçek anahtar sözcüğü vermese de olur; ama öyle bir şey vermesi gerekir ki, yazının tamamı anlamlı bir metin gibi okunabilsin. Ve sonunda bu söz Behram kişiye bildirildi, sonra da F. Q.’ye malum oldu. Tüm işaretler çözüldü, metin okundu ve ortaya güzel bir şiir çıktı. Oysa bunun gerçek metin (gerçeği çözüm) olmadığı açıkça ortadadır. Peki, gerçek metin nerededir? (“Gerçek kime lazım ki?”). Bence onu aramanın önemi yok; yazı kaç kere okunursa o kadar farklı metin ortaya çıkabilir. Ve asıl gerçek de budur.

      “Eksik El Yazması”nda bunun ilginç bir örneği var. Bayındır Han’ın yaptırdığı soruşturma sonucunda suçlu bulunuyor ama adalet ve denge adına onun (suçlunun) değil, aslında suçsuz olan Aruz Koca’nın öldürülmesi gerekir. Be seçeneklerden sadece bir tanesidir. Başka bir seçenek (başka bir zaman mekân, yani başka bir dünya) koşullarında ise tamamen farklı birisi suçlu olabilir ve yine tamamen başka bir birisi edam edilebilirdi. Bu seçenek bolluğu üç romanın da başlıca özelliğidir ve yazarın kurduğu özgün dünyanın temel taşlarındandır.

***

      Dünya sadece iyilik veya kötülükten oluşmaz… Çok eskiden beri bilinen gerçektir amma her kültür, her çağ ve her bir edebi eser bu gerçekliği farklı kavramlar temelinde tasarlamaktadır. Bu geleneğe göre dünyada çok farklı yönlerde cereyan eden olay ve olguların meydana getirdiği ilahi bir düzen mevcuttur. Ancak her gelenek çerçevesinde “iyi” ile “kötü” sabit çizgilere sahiptir ve her zaman tanınabilen bir durumdadır. Kemal Abdulla’nın üç romanında ise farklı bir tasarım görüyoruz. Burada aslında kesin “iyi” ve “kötü” ya da “hayır” ve “şer” yoktur; bir durumda (belli bir zaman ve mekân koşullarında) “iyi” olan ve “hayır’ı” temsil eden bir şey, başka bir durumda “kötü”dür ve “şer”i temsil etmektedir.

      Bu romanlar bir yönden “hayır” ile “şer”in, bilinenlerle bilinmeyenlerin, diğer yönden ise olanlarla ola bileceklerin (ve olmuşların) sınırlarını belirlemeğe yönelmiş metinlerdir. Ve bilinmeyenlerin bilinenlere göre daha etkin ve önemli olduğunu anlatmağa çalışıyor.

      Bu iki uç arasındaki gerilimler romanların ana şemasını çizmekte, olayları ve anlatım tekniklerini belirlemektedir. Buna göre romanların dili de alışmış olduğumuz örneklerden çok farklıdır.

      Romanların hiç birisinde “yazar dili” ön planda değil veya hissedilmiyor. İster “Eksik El Yazması” ve “Büyücüler Deresi” gibi tarihsel özellikleri olan metinlerde, ister “Unutmağa Kimse Yok…” gibi çağımızda cereyan eden bir romanda dil birçok özelliyi bir arada yansıtmaktadır. Bu aslında zorlu bir yöntemdir ama “paralel dünyalar” olarak takdim edilen gerçekliyi doğru dürüst ifade etmek bakımından zengin potansiyele sahiptir. Eserlerin başlıca karakterleri zaman zaman sade halk dilinde, zaman zaman da spesifik ifade ve terimlerden yararlanarak konuşmaktadırlar. Hem diyaloglarda, hem de anlatım dilinde Azerbaycan ile Anadolu’nun tarihsel ve güncel şivelerine ait özellikler bir arada kullanılmaktadır. Yani çok varyantlı, alternatif yorum imkânları eserin dilinde de kendine esaslı biçimde yer edinmiş durumdadır.

***

      Yukarıda romanların mitolojik özellikli metinler olduğunu kısaca ifade etmiştim. Bu bağlamda çok önemli bir motifi daha hatırlatmak gerekir. Metinlerin üçünde de Karaağaç imgesi var. Bu Karaağaç üç metinde de kahramanın faaliyetlerinin gerçekleştiği mekânlarda (avluda) biten, geniş gölgesi olan yüksek bir ağaçtır. Olayların zamanı birçok hallerde güneşin bu ağaca nazaran durduğu noktaya göre belirlenmektedir: “Güneş Karaağaç’ın tam tepesine gelmişti” vs. Özellikle “Unutmağa Kimse Yok…”da Karaağaç semantik yönden çok üretken bir konumdadır ve eğer bu romanda başkahramandan söz edilebilseydi başkahraman Karaağaç olurdu. Çiçekli Yazının okunabilmesi için verilen “anahtar” sözcüğün “Karaağaç” olduğu romanın sonunda ortaya çıkar. Bütün önemli olay ve düşünceler bir şekilde bu ağaçla bağlantılıdır. Özellikle evrensel uyumla ilgili söylemler çerçevesinde Karaağaç bu uyumun imgesi olarak işlevsellik kazanmaktadır.

      Bu imgenin oluşumunda hiç kuşkusuz milli kültür metninde önemli yer tutan ağaç kültü etkili olmuştur. Dede Korkut hikâyelerinde gördüğümüz “kaba ağaç” bu mitolojik yapının en önemli ifade biçimlerinden birisidir. Diğer taraftan ise ağaçla ilgili bir ifade Tuba ağacı motifini de anımsatmaktadır. Cennette biten tuba ağacının kökleri yukarıdadır, dalları ve yaprakları aşağıya doğru sallanmaktadır. Romanda ise bele bir cümle okuyoruz: “Karaağaç korkunç ve açgözlü bir gölge gibi artık iyice güçlenmiş yağmuru mıknatıs gibi içine çekiyor, kendinden aşağıya (belki de yukarıya) tek bir damla da geçirmiyordu.”

      Öncelikle burada ağaç dünyayı tehdit eden yağmuru içine alabilen, aslında evrensel boyutlarda (“Karaağaç’ın gölgesi her yanı tuttu”) bir varlık olarak gösterilmiştir. İkincisi ve en önemlisi de şu ki “aşağı” ile “yukarı” parantez içindeki küçücük bir notla anlambilimsel olarak eşitlenmiştir. (Bir parantez bu kadar anlamlı olabilirmiş).

      Aşağı ile yukarının böylesine birbirine karıştığı (gökten develerin, aslanların yağdığı rüyalar; yağışın aşağıdan yukarıya doğru yağdığı dağlar vs.) keşmekeşli bir dünyada alışılmış nesnelerin alışılmış yerlerinde kalacağını beklemek abestir. Bir zaman diliminde önemli anlam yükü olan bir gösterge başka bir zaman diliminde anlamsızlaşabilir ya da öyle bir durum oluşabilir ki, bu göstergenin önemi kalmaz. Bazen ise bilinçte kendine esaslı biçimde yer edinmiş kavramların gerçek (!) bir anlamının olup olmadığı bilinemiyor.

      “Demek ki bu temel kavramlar öylesine esaslı biçimde yerleşmiş beynime, kalbime ki, onları oradan söküp atmak artık mümkün olmayacak. Su, Yazı, Dağ, Mağara, Ağaç, Köpek ve Kadın… Bazen onların hepsi birbirinin yanında, birbirinin içinde bana Muhteşem Ahengi anımsatır, bazen de değil. Muhteşem Ahenk… Ben bunu biliyorum… Ben bunu artık açıkça söyleyebilirim: Muhteşem Ahenk beni kandırmış”.

      Muhteşem Ahengin varlığını fark eden, anlayan, amma onun sadece maddi bir unsuru olan Çiçekli Yazı’yı yorumlamasına (ama yanlış!) izin verilen F. Q. dünyaların birinde yanılıyor, başka bir dünyada ise yanıldığını (veya kandırıldığını) anlıyor.

      Romanda kapsamlı felsefi kavramlardan birisi de “Olayların Ufku”dur. Hadiselerin Ufkundan öteki tarafta yaşananlarla bu tarafta yaşananlar arasında tek bir bağlantı noktası var ki, o da F.Q. kendisidr. “Bu Olayların Ufku denen nesne nereden çıktı ve roman yapısı içinde anlamı nedir?” diye bir soru ortaya çıkabilir ve bu soruyu soran da haksız sayılmaz. Çünkü bu kavramla ilgili olarak metin içinde açık şekilde sadece bir paragraf var.

      “Bak. Ben elli yıl sigara içtim. Benden dört veya beş yaş büyüktür Mübariz, ilk defa onunla dersten kaçtık. Aynı okuldaydık…” Behram Emminin bakışları uzaklara, “Olayların Ufkuna” takıldı.

      “Behram Emmi yine Olayların Ufkuna baktın, hayrola?”

      “Olayların Ufku” adını Karaağacın dal dal, yaprak yaprak bizden saklamaya çalıştığı