Kemal Abdulla

Unutmağa Kimse Yok


Скачать книгу

Avluda arı kovanlarından, başta Ufaklık ile elma ağaçlarından ve Abşeron bağlarındaki sayvanlarda asmalardan sallanan üzüm salkımlarına benzeyen yıldızların avluya gönderdiği yanıp sönen ışık topakları dışında bir şey kalmadı. “Asmalardan sallanan üzüm” ibaresi bağ evinde Afak ile beraber geçirdikleri son akşamı getirdi aklına.

      “Sen kendinden başka kimseyi düşünmüyorsun.”

      “Ben mi? Allahsızlık etme…”

      “Sen. Sana söylemiştim, evden çıkarken telefon et diye. Dedim mi demedim mi?

      “…”

      “Dedim mi, demedim mi? Gözyaşı yanıt mı?”

      “Hayır, yanıt değil… Biliyorsun ki…”

      “Normal bir yanıtın yok çünkü.”

      “Yok. Vallahi, aceleyle çıktım. Annem yüzünden acele ettim.”

      “İşte! Görüyor musun? Yine o. Ben sana ne diyeyim daha? Diyorum, işte kendinden başka kimseyi…”

      “Ben yoruldum, vallahi yoruldum.”

      Allah’ım, öyle bir şey yap ki bu ayrılık gerçekten son ayrılık olsun, ne olur, öyle yap Allah’ım.”

      Behram Emmi artık sofrayı düzmüş, çayı demlemişti. “En önemlisi çaydır. Sofranın yaraşıklısı, canımızın sağlığıdır çay, çaysız çok zor.” Bu adamın kendine özgü çay düzeni vardı. Behram Emmi çaysız Behram Emmi değildi. Nerde olursa olsun çayı mutlaka kendisi demleyecekti. Semaveri hep kaynardı. Bu işten özel bir keyif alırdı. Ayrıca Behram Emmi, yetmişe yaklaşan bu yaşlılık döneminde de hayli çalışkan bir insandı. Evin içinde, avluda, bahçede çalıştıkça çalışır, sürekli uğraşırdı arı kovanlarıyla, ekinlerle, tavuklarla, civcivlerle… Sözün kısası herişi kendisi yapmak isterdi. Başka birisine, hele hele bir misafire hiç müsaade etmezdi. İlk günlerde F. Q. bazı ufak tefek ev işlerinde ona yardım etmek istemişti; nereden baksan Behram Emmi ona evini açmış, aziz bir misafir olarak hizmet etmiş, her şeyine dikkat etmişti. Ama ne ilah etse de bu isteğini gerçekleştirememişti. Behram Emmi her defasında işi şakaya getirip onun çalışmasına imkân vermemiş, dikkatini başka bir yöne çekmişti. F. Q. neden sonra durumun farkına vardığında, Behram Emminin çok “ilginç” bir sorusunun peşinden giderek ciddi ciddi kitapları karıştırıp neyse bir sözü arayıp buluncaya kadar çay artık demlemeye bırakılmış, yemek kapları evin bir köşesindeki kare biçimli masanın üstünden toplanmış, masa temizlenmiş olur, bulaşıklar ise henüz yıkanmamış olsalar da nereye saklandıkları anlaşılmazdı… Behram Emmi arada bir fırsatını bulup onları da yıkamış ve kurulamış olabilirdi bile.

      F. Q. birkaç böyle başarısız girişim karşısında sonunda niyetinden vazgeçti, Behram Emmiye teslim oldu. Yemek sonrasında artık ne gerçekten ne yalancıktan hiçbir şeye dokunmuyor, odadaki yegâne pencerenin önüne Behram emminin nerden getirip dayadığı belli olmayan yazı masasının (aslında bu da bir tür yemek masasıydı; onun şehirdeki ufak, kaba saba ama çok sayıda çekmece ve dolapları olan gerçek yazı masası bu “kütüğün” yanında ceylan gibi dururdu) arkasına geçiyor, kendi tabiriyle defter kitaplarını kurcalamaya başlardı.

      “Ne yapıyorsun? Çalışıyor musun evladım?” Bir kere Behram emmi getirdiği çay bardağını kitap defter arasında yerleştirirken ona bu soruyu sormuş ve aldığı yanıta şaşırmıştı:

      “Kurcalanıyorum.” F. Q. bu yanıtı vermişti (Dil ve Düşünce Enstitüsü’nde sıradan bir şakaydı bu).

      “Ne yapıyorsun?”

      “Kurcalanıyorum.”

* * *

      Behram Emminin avlusu büyük bir avlu değildi ama küçük de değildi. Arı kovanları, elma ağaçları, tavuk ini, yalnızlığında sadık yoldaşı Bozlar’ın kulübesi. “Ufaklık” – büyük ve boylu poslu Karaağaç… Sanki henüz küçücük bir fideyken birisi kulağına fısıldamış ‘sen sıradan bir ağaç değilsin, sen ağaçlar ağacısın’ demiş, o da bu söze inanmıştı. Dal budağını vakur bir edayla (gelinler gibi) yanlara yayıp, gövdesini gururla (erkekler gibi) gökyüzüne yöneltmişti. Avlu üç taraftan (dördüncü taraf ise evin sırtını dayadığı yer, dağın – dev ayağının – eteği idi)çalı çırpıların, çakırdikenlerinin ve yabanenginarlarının (Behram Emmi bunlara ‘süngür’ diyordu) birbirine karışıp oluşturduğu doğal bir yeşil çitle çevrelenmişti. Dördüncü tarafta ise çite falan hiç gerek yoktu. Avlunun çevresinde çit adına olan ne varsa tamamı evi bir gökkuşağı gibi kucaklayarak iki koldan uzanıyor ve gelip dağa direnir, burada sonlanıyordu. Böylece gökkuşağının çevresi kapanıyor ve dikenli çitin ucu evin arkasına taşmıyordu.

      Aslında bu çit yalnız hayvanlar veya kurt kuş için değildi. Çoban kalpağı gibi yassılanıp avlunun çitsiz tarafına –Venk dağınakısılan bu eve yaklaşmak isteyen kimse bu cangıl misali duvarı aşamazdı. Evin tam başı üzerindeki dağın canından kopan bir kaya parçası kuzgun gagası gibi uzanmış, aynen bir kuzgun gibi genişçe açtığı kanatlarıyla sanki evin güneşliğiydi, evi koruyordu; bu taraftan eve girmek isteyen kimsenin kendini kaya parçasından aşağı bırakması gerekirdi. Oysa kaya parçası iyice yüksekteydi, on veya on iki metre yükseklikten insan olan kes buna cesaret edemezdi, hiç vahşi bir hayvan da buradan aşağı atlayamazdı.

      Kayanın altında Behram emminin tek katlı evi gerçekten de F. Q.’nin dediği gibi yassı bir çoban kalpağına benziyordu. Bu evin küçücük bir terası vardı. Terastan kapıyı açıp içeri girdiğinizde çok da küçük olmayan, hatta köy evleri için geniş sayılabilecek bir odaya girerdiniz, daha sonra bu odanın baş tarafındaki çifte kapılardan tek pencereli küçük yatak odalarına girilirdi. Bu odalarda birer karyola ve elbise dolabı vardı. Hafif bir akşam yemeği sonrasında kapıdan içeri girildiğinde avluya bakan sağ pencerenin yakınında titizlikle toplanmış yatak odasının (bu özel oda ancak misafirler içindi) kapısını iki ay altı gün önce Behram Emmi açmış ve elinde bavuluyla yorgunluktan ayakta zar zor durabilen F. Q.’ye babacan bir tavırla şunları söylemişti:

      “Bak, oğlum, bu oda artık senindir. Dolapta gereken her şey var; nevresim, yorgan kılıfı… Başka da bir şey gerektirse söylersin. Kendini sıkma, kısıtlama. Her şeyin başı temizliktir. Bir şey istediğinde utanma sıkılma, söyle. De hadi, yol gelmiş yorulmuşsun; eşyalarını bırak, yatağa gir. Yarın sabah konuşuruz. Dinlen. Evet, neyi onun adı, o… Ayakyolu… Bahçededir, terastan inince sağa dön, patika seni oraya götürür. Işığı terastan yakılıp söndürülür.”

      Çoban kalpağının terası uç kolon üzerindeydi; kolonlar tuğladan yapılmıştı. Terasın gagasından kolonların ön tarafına kadar oluklar uzanıyordu. Yağmur suları bu oluklarla akarak, evin arka tarafını ıslatmadan toprağa gitmeliydi. F. Q. evi görünce içinden onu “çoban kalpağı” diye adlandırdı, çok isabetli bir benzetmeydi ama bu küçücük teras Çoban kalpağının simetrisini bozuyordu; çünkü tepesindeki demir örtü bu kalpağın aslında gereksiz olan gagası gibiydi. Çoban kalpağı ve gaga… Üstelik azacık da kaymış bir gaga. Bu gaga yukarıdan bakıldığında uyumuş gibi duran o devin bacakları arasında bir ok gibi girmişti. Evin üzerinde dağın sivri bir kaya parçası gibi öne çıkan (belki de içeri giren) kuzgun gagası ile terasın bu eğiri büğrü demir gagası birbirinden boy ve gösteriş olarak ne kadar farklı olsalar da yine ikiz kardeşler gibiydiler. “Ayakyolunun ışığı terastan yakılır söndürülür.” Terasın bu devasa demir gagası ayakyoluna doğru giden patikanın başlangıcını (ilk adamını) ancak örtebiliyordu.

      Çoban kalpağı sırtını arkadan kazmayla (sanki usturayla) düzgün biçimde yontulmuş,