Kemal Abdulla

Unutmağa Kimse Yok


Скачать книгу

Bir duyan olsa sanırdı ki, Çiçekli Yazıyı kastediyor, ama hayır, bela Çiçekli yazı değildi. Belanın insanca bir adı vardı. Belanın adı Afak idi. Ilık, mülayim, temennasız aşkıyla ona azaptan (aslında bir iç huzurundan mı?) başka hiç ne vermeyen Afak.

      Köye geldiği ilk akşam

      Mübariz Efendiyle tanışlık

      Akşamüzeri hava tam kararacakken muhtarlığa ancak yetişebildi. Araba hırlayarak (“hırp”) sesini hepten öylesine kesti ki sanki bu demir yığınından bir daha hiç ses çıkmayacaktı.

      Tek katlı, az biraz da yamuk gibi görünen (aslında yapımına başlanırken okul binası olarak düşünülmüştü) muhtarlık binasının kapısında üzerine eski ama temiz bir kareli ceket giymiş, uzun burnu ve yüzü gözü ter içinde –yetmiş, yetmiş beş yaşlarında– bir adam durmuştu; sanki özellikle onu bekliyordu. Adam gürültüsü âlemi başına götüren bu garip arabadan çıkan F. Q.’yi meraklı bakışlarıyla inceleyip, eski dostlarmış gibi selamına bir hayli sıcaklıkla cevap verdi ve boynun terini mendille silerek tatlı tatlı konuştu:

      “Merhaba, merhaba, hoş geldin? Galiba uzaktan geliyorsun? (“Şehirden geliyor”). İyi yetiştin, ben de şimdi çıkıp gidecektim. Geri dönelim. Gel, gel, bu taraftan gel.”

      Mübariz Efendi (kapıda bekleyen bu adam elbette köyün muhtarı Mübariz Efendinin ta kendisiydi) yeniden – bu defa F. Q. ile beraber – bu tek katlı binanın koridorunda geriye doğru yürüyerek sağ taraftaki ikinci kapının önünde durdu. Az önce kilitlediği kapıyı açarıyla açtı ve önce ısrarla F. Q.’yi içeri (az kalsın iterek) soktu, sonra kendisi içeri girdi ve sokağa bakan tek pencere azacık açıp pencere önündeki masanın arkasına oturdu:

      “Otur, böyle, buraya otur. Sıcağı görüyorsun, bu akşam çok sıcak var” dedi ve mendili yine yüzüne boğazına sürdü.

      Bu sıcakta böylesine kalın bir ceket giyinen muhtar Mübariz Efendinin uzun burnundan, sağ ayağıyla hafiften aksamasından ve keskin, çok keskin bakışlarından başka akılda kalabilecek, hafızaya kazınabilecek bir özelliği yoktu herhalde. Evet, bir de ısrar etmeği seviyordu. Mübariz Efendi ilk bakışta bir miktar da gizemli bir kişiydi, gizem içindeydi.

      F. Q. sandalyeyi alıp Mübariz Efendinin karşısına oturdu. Sandalye tam ortadaydı, sağda solda hiçbir şey yoktu, etrafın çıplak bir görüntüsü vardı, bu yüzden F. Q. Mübariz Efendinin karşısında bir sanık görüntüsü verdi.

      “Hoş geldin.” Mübariz Efendi F. Q.’yi meraklı bakışlarla gözden geçirerek bir daha içtenlikle selamladı. “Ben Mübariz, köyün muhtarıyım, anlaşılan uzaktan geliyorsun, sana bir yardımım dokunabilir mi evladım?”

      “Hoş bulduk, Mübariz… Hoca… Benim adım F. Q. Size Profesörden selam getirdim, bir de bu mektubu” diye F. Q. elindeki mektubu ona uzattı.

      Mübariz Efendisanki daha bir canlandı, Profesörün adını duyunca bakışları biraz daha yumuşadı, F. Q.’ye neredeyse nevazişle bakmaya başladı. “Evet, o iş için gelmiş, bu da yazıyı okumaya gelmiş.” Yeni ilginç sohbetler, köy şehir dedikoduları, tarihe ve özellikle de eski tarihi köklere götüren tüneller, halkımızın gelenekleri ve bunların unutulma endişesi… Daha neler neler, sorular, sorular, tatlı tartışmalar, muhatapların kıyasıya sıkıştırılması… Ve sonunda elbette ki yine de merhametli Mübariz Efendinin içtenlikle sarf ettiği: “Sizin ne suçunuz var ki, sizin bir suçunuz yok” gibisinden hiçbir anlam ifade etmeyen sözler. Bütün bunların çok yakın bir gelecekte yaşanma ihtimali Mübariz Efendiyi kendisi de farkında olmadan heyecanlandırdı.

      “Selam getiren de sağ olsun, selam gönderen de.” Elinde F. Q.’nin uzattığı mektubun orasını burasını bakışlarıyla inceleyen Mübariz Efendi aniden sert bakışlarını onun tam gözlerinin içine dikip durdu, deminki canlılığı nereye gitti, nasıl kaybolduysa bu defa gayet ciddi bir tavırla sordu:

      “Yazıyı okumaya mı gönderdiler seni de? Çiçekli yazıyı diyorum, okumaya mı geldin?”

      Genç adam: “Ne bileyim, bakalım, inşallah…” dercesine gülümsedi. Mübariz Efendi ise kafasını anlamlı biçimde sallayarak “eveet” diyerek ciddiyetini bozmadı ve mektubu açıp ağır ağır (dudaklarını sessizce oynatarak ve bir hayli ağırdan alarak) içinden okumaya başladı.

      Yol yorgunluğu üzerinden atamayan F. Q. ise Mübariz Efendinin onu böyle (bilerekten mi acaba?) oyalamasının nedenlerini anlayabilmiş değildi. F. Q. Mübariz Efendiyi, Behram Emmiyi Profesörün sohbetlerinden biliyordu. Daha iki gün önce Profesör seyahatle ilgili son talimatlarını verdiğinde: “Mübariz ile Behram çok iyi insanlardır, onlar senin sıkıntı çekmene müsaade etmezler. Behram’ın evinde kalacaksın. (“Madem öyle bu adam ne bekliyor?”). Mağaraya en yakın ev onun evidir. Kendisi de dolu bir adamdır. (“Yeter, kalk ayağa gidelim”). Bu mektubu ise Mübariz Efendiye vereceksin. Ne problemin olsa onları ilgilendirir… Okumak yazmak ise senin işindir. Son ümit olarak artık sadece sen varsın. Bu son ümittir, bu defa da olmazsa… Bir çizik yukarıdan (üstten), bir çizik de aşağıdan (alttan) atacağız… Çiçekli yazının demek ki bizimle bir ilgisi yokmuş. Son ümit sensin, bunu iyice belle.”

      Köyün muhtarı Mübariz Efendiye bu mektubu Dil ve Düşünce Enstitüsü başkanı, yıllar önce ordinaryüslüğe yükselen ve herkesin her zaman büyük bir sevgiyle “Profesör” hitap ettiği, modern Azerbaycan dilbilimine büyük katkılarda bulunmuş olan Mehmet Ali Hoca kendisi bizzat yazmıştı. Aslında bu mektup güven ifadesi gibi bir şeydi. Öyle bir dille yazılmıştı sanki tek bir kişiye değil köy halkının tamamına hitap ediyordu. Profesör, Mübariz Efendiye ve köy halkına genç bilim adamı F. Q.’nin büyük bir sorumluluk gerektiren önemli bir memleket meselesini halletmek için devlet tarafından görevlendirilmiş olduğunu anlatıyordu. Bu genç bilim adamının Çiçekli yazıyı deşifre (“deşifre?”) ederek okuması için köy halkının elinden geleni esirgememesi lazım. “Çok büyük bilim adamları genç araştırmacı F. Q.’ye çok güveniyor ve onun önerdiği deşifre (çözüm) yöntemini destekliyorlar.”Mübariz Efendi bu cümleye geldiğinde F. Q.’yi bakışlarıyla bir daha ama bu defa özel bir sempatiyle baştan ayağa süzdü. Profesör mektubunda neredeyse bu yöntemin öteki yöntemlerden farklarına yönelik bilimsel açıklamalar da yapmaktaydı (yine kaşları çatıldı Mübariz Efendinin). Son paragrafta ise arzu ve beklentilerini ifade etmişti. Çiçekli Yazının kesinlikle okunması gerekir, çünkü bu yazı halkımızın tarihiyle ilgili birçok karanlık hususları aydınlatabilir ve aydınlatmalıdır. Ne bileyim, bu defa bu iş nihayet sonlandırılmalıdır, daha önceki iki girişimin başarısızlığı bizi (burada ‘bizi’ derken Profesör kimleri kastediyordu; köy halkı da bu çerçeve içinde miydi yoksa sadece şehirdekiler mi söz konusuydu acaba), evet aynen böyle de yazmıştı: “Bizi…” Mübariz Efendi mırıldanıp bir az daha ciddileşti, kendini topladı: “Sorumlu olmak durumdayım.” Önceki girişimlerin ikisini de çok iyi anımsıyordu; o girişimler daha başından onun içine sinmemiş, uzman adı altında gelen kişilerden daha ilk andan itibaren sıdkı sıyrılmıştı Mübariz Efendinin. Şimdi de bu genç adam, bu F. Q. “Kendinden çok emin birisine benziyor.” Neyse, Profesör devam ediyordu: “İlk girişimlerin başarısızlığı bizi (!) yıldırmamalıdır; ülke kamuoyu bizden (yine bizden!) başarı bekliyor vs. Böyle işler, selametle kalın, sağlık, başarılar, yardımlar için önceden teşekkürler ve deBakü’ye uğradığında görüşebilmek dilekleri. Mektubun sonunda bu muhterem zatın imzasının altında irice ve gösterişli (ki kendi kullandığıyla hiç kıyaslanamazdı ve bu noktada Mübariz Efendi hafiften imrenmedi değil) bir mühür de basılmıştı. Mektuptaki içten ve sıcak ifadelerin onu okuyan kişiyi şaşırtmaması ve ciddiyetini törpülememesi, tam tersine sorumluluğunu