Kemal Abdulla

Unutmağa Kimse Yok


Скачать книгу

tekrar konuştu: “Evet, ben ne anlatıyordum evlat? Elli yıl sigara içtim ama bıraktığımda hemen bıraktım. Bıraktım gitti. Yavaş yavaş, azaltarak bırakmak isteyenler ancak kendilerini kandırıyorlar.”

      Bu paragraf romanın bir bakıma özetidir ve onu çağdaş doğa felsefesi bağlamına oturtmaktadır. Böylece, roman “olay örgüsü”, “karakterler” gibi metinle ilgili kavramları aşarak, insanın ve fani dünyanın evrendeki yerini tartışmaya açıyor. O andan itibaren de düşünmesini bilen okuyucu (başka okuyucuların bu romanı okumasını tavsiye etmem) romanın mevcut metninden kopuyor… Bu noktadan sonra romanı okuyucu davam ettirir ve ya roman kendi kendini yazıyor. Amma nereye kadar? Bence sonsuza kadar. Aslında bu fikir de bana ait değil, “olayların ufku” adlandırılan olgunun özü budur: her şey orada biter ve hiç bir şey bitmez. Zira onun başka bir adı da “kara deliktir”… Enerjinin yutulduğu ve hiç bir şeyin geri dönemediği delik. Varlığı iç içe daireler olarak düşünürsek, bunların merkezindeki daire kara deliktir. Onun çevresinde iki başka daire daha var. En kenardaki daire sükûnet (“barış/huzur”) bölgesidir; ikinci dairede ise hareket var, burada hayat devinir ve buradan zaman zaman bir şeyler koparak kara deliğe yuvarlanır… Ve ışık hızıyla dönmeğe başlar. Oraya düştükten sonra geriye dönmek artık imkânsızdır, yani orası bir yokluk “mekân”ıdır. Teorik olarak geriye dönebilmek için ışık hızından daha büyük bir hız gerekir. Amma doğada böyle bir hız olmadığına (ve ya şimdilik bilinmediğine) göre kara delik her şeyi yutan ve yok eden bir yerdir. Neden “şimdilik bilinmediğine göre” dedim? Çünkü bazen (mecazi de görünse) düşünce hızı bu dönüşü gerçekleştirebilir. Şöyle ki bir şeyi kara delikten kurtarmak onu yoktan var etmek demektir. Bu ise yaratmak eylemidir. Yaratıcı düşünce, yaşamı ölümün pençesinden, ışığı karanlıktan vs. kurtarabilen insandır.

      “Unutmağa Kimse Yok…” romanında Olayların Ufku bizi bir anlamda kara deliğin kenarında tutarak, olmuşları ve olabilecekleri göstermektedir. Bu dünyada var olmamış, yaşanmamış şeyler eslinde onların hiç olmadığı anlamına gelmez… Sadece ufkun ötesinde, kara deliktedirler. Her an oradan kurtularak gerçekleşebilirler. Romanda paralel dünyalar anlayışı ve değişik zaman–mekân dilimleri tam da bu fiziksel-felsefi temele dayandırılmıştır. Yazar o kadar elverişli bir teknik uygulamış ki, bir nevi elini uzatarak olayların ufkunun öteki tarafından istediği (o an için lazım olan) şeyi alıp bize gösterebilmektedir. Bizim hiç yaşanmadığını, olmadığını ve olamayacağını sandığımız şeyleri “yoktan var etmekte”, yeni baştan yaratmaktadır. Bu noktadan başlayarak romanın aslında bir canlı varlık olduğunu anlıyoruz. Canlı olan her şeyin de özerk bir yaşamı var, kendini destekleyebilir. Yukarıda “bu noktadan sonra roman kendi kendini yazıyor” derken bunu durumu kastetmiştim.

***

      Romanda metnin sınırları dışına çıkan, dünya kültür mirasının temel yapılarıyla ilişkisi kurulabilen durumlar çokça görülmektedir. Böylesi durumlar, bir ucu antik çağ mitlerine, bir ucu ise çağdaş doğa felsefesine dayanan “Unutmağa Kimse Yok…” dünyası ile “gerçek” (artık hangi dünyanın gerçek olduğu tartışmalı hale geldiğine göre tırnak işinde yazıyorum) dünya arasında çok yönlü bağlar kurulmasını destekliyor. Bu bağlantılar her gün gördüğümüz insanların ve yaşadığımız “sıradan” olayların aslında çok da sıradan olmadığını ortaya koyarak, gündelik yaşamımızı (başka dünyaları da içine alan) evrendeki sonsuz yaşama bağlıyor. Bu durum gündelik davranışları, kavgaları, iş yaşamındaki çekişmeleri, hatta bir köy meydanında cereyan eden hadiseleri bile çok farklı bağlamlarda anlamak ve değerlendirmek imkânı sağlıyor.

      Romanda “Çiçekli Yazı”nın gizeminin çözülmesi, yeni yazının okunması etrafında yaşanan olaylar, bilim ve kültür camiasının bu çalışmalara katkısı, özellikle bir araştırma enstitüsünde yaşanan süreçler “büyük dünya”nın parçalı yansımalarıdır. Bir yandan da bu parçalar (özellikle çağdaş Azerbaycan’ın bilim ve kültür ortamını yakinen bilen okuyucu açısından) dünyanın zenginliğini ve karmaşıklığını araştırması gereken bilim dünyasının bu olgular karşısındaki aczini ve çaresizliğini de ortaya koymaktadır. Ama evrenin sırları karşısındaki bu çaresizlik yalnız bir bilim araştırma enstitüsü ile sınırlı değil, genel olarak insanlığın evreni anlamak çabasıyla ilgilidir. İnsanların kurduğu enstitülerin, laboratuarların, yaptıkları bilimsel (ve bilim dışı) tartışmaların tamamı evrenin büyük gizemleri karşısında cılız uğraşlardır. İnsanoğlu gerçeğe ulaşamaz, yani evreni sonuna kadar çözemez. İnsanoğlu için en büyük başarı ve en büyük kazanımı böylesi bir gerçeğin var olduğunu anlamak ve oraya geden yollardan birisini açmaktır.

      “Unutmağa Kimse Yok…” evrenin gizemini çözmeye götüren başarılı bir yoldur aynı zamanda.

***

      G. Deleuze’in ilginç bir benzetmesine göre “edebiyat yabancı dilde konuşur”… Her yazar kendi ana dilinin içinde (daha doğrusu onun sınırları içinde) yeni bir dil yaratır ve onu yazar yapan husus da yarattığı bu dildir. Kemal Abdulla’nın romanları anlam ile anlaşılmazlığın tehlikeli sınırlarlarında cesur bir seyahat ve yeni dil yaratıcılığının günümüzde nadiren görünen başarılı örneğidir.

***

      Bu yazının başlığı metin içinde hiç açıklanmadı. Eslinde buna ihtiyaç hissetmedim, anlaşılacağını düşündüm. Çünkü Kemal Abdulla’nın metinleri metin dokumasını sürekli çözüp yeniden dokumak/örmek girişimi olarak da değerlendirilebilir. “Unutmağa Kimse Yok…”da ise F. Q. aldandığını anlıyor, yani Muhteşem Ahenk’in bir gizemini kendi kişisel yaşamı çapında çözmeği başarıyor. Bütün bu çalışmaları Karaağaç’ın gölgesinde gerçekleştiriyor. Yani başından sonuna kadar eski bir yazının çözüm çalışmalarıyla ilgili olan ve hatta kendi kendini çözmeye çalışan bir roman ve romanla çözülmeye çalışılan dünya düzeni – Muhteşem Ahenk… Her şey – düğümler de çözümler de – Karaağaç’ın çevresinde yaşanıyor, orada başlıyor ve orada bitiyor.

***

      Bir de “Unutmağa Kimse Yok” romanının adını (adın mantığını) sonuna kadar ağız tadıyla tartışabilsem çözebilsem hiç derdim kalmazdı (ne yazık ki, bu yazının sınırları böyle bir tartışma için hiç müsait değil). Nasıl yani “Unutmağa Kimse Yok”? Bir şeyi ki unutmak istiyorsun demek ki daha unutmamışsın ve hatırlıyorsun… Yani unutmağa kimse var. Ama eğer kimseyi hatırlamıyorsan zaten hafıza silinmiş demektir ve bu durumda da unutmaktan bahsetmek anlamsızdır. Böylece roman (bütün gerçek romanlar gibi) adından itibaren belli bir anlambilimsel mecraya programlanmış durumdadır.

      Bir zamanlar M. Proust “Kayıp Zamanın İzinde” başlığı altında yedi roman yazdı ve burada yitirilmiş zamanı aramak demek, yiten/unutulan şeyleri hatırlamak demekti. İnsan kendi yalnızlığından ve çaresizliğinden belki bu yola kurtulabilirdi; yaşamak için hatırlamak gerekirdi. Kemal Abdulla’nın romanında ise daha farklı bir durum söz konusudur; amaç hatırlamak değil unutmaktır (“Unutmağa Kimse Yok”). Amma ne acıdır ki, unutmak için de hatırlamak gerek…

      “Hatırlamağa kimse yok.

      Unutmağa da kimse yok.”

      Sözün kısası, bu roman dil sınırlarının ötesine geçebilmek yeteneğini ve alternatif yorum zorunluluğunu adından başlayarak ortaya koymuş olduğuna göre okuyucunun da bu durumu her an göz önünde bulundurması gerekecektir.

      EVVEL

      Oakşam gökyüzü gösterişli bir tiyatro perdesi gibiydi. Perdenin üzerinde inanılmaz bir renk cümbüşü