Kemal Abdulla

Unutmağa Kimse Yok


Скачать книгу

yeterince uzakta her birisi kendi bulaşıklarını önüne dağ gibi yığmıştı. Biri diğerine bakmak bile istemiyor, yüzlerini ters yöne tutmaya gayret ediyor ve ortalıkta görünmeyen “üçüncü” kişi aracılığıyla konuşmaya çalışıyorlardı: Güya bu “üçüncü kişi” bunların hırslıöfkeli sözlerini birinden alıp ötekisine aktarmalıydı. Onların bu öfkeli konuşmaları F. Q.’ne çok ilginç ve komik geldi.

      “Ona deyin, bulaşıklarını alsın hemen gitsin. Burası benim yerimdir, yoksa…”

      Öteki kızın hiç umurunda olmadı bu tehdit:

      “Ona deyin, bulaşıklarım ne zaman biter o zaman da giderim. Yer kimsenin değil. Yerin adı yok.”

      Küs kızlar hırsla ark suyuna basıp yıkamaya başladılar bulaşıklarını. F. Q. ki dilbilimciydi, onun dikkatini bu “yerin adı yok” sözü çekti ve bu tartışmanın devamını da dinleyebilmek için adımlarını yavaşlattı. Bu kızların birbiriyle böylesine tavır koyarak konuşmalarının bir nedeni olduğu açıktı; bunlar kesinlikle ya komşu idiler ya da aynı sınıfta okuyorlardı, ama arkadaş oldukları kuşkusuzdu. “Vay, vay, bunlara bir bak” F. Q.’nin dudak uçlarında bir gülümseme göründü. Mübariz Efendi kendi içine dalmış çevreye aldırmadan gidiyordu, kızlar umurunda bile değildi. Aslında onlar da kızların umurlarında değildi, zira kızlar fena halde birbirlerine takmışlardı. Bu tartışmanın sonunu köprüden artık iyice uzaklaşmış olan F. Q. kulağının ucuyla belli belirsiz işitebildi:

      “Kim ilk geldiyse yer onundur. Yerin adı yok. Ona deyin ki yer gök yıkılsa da ben Ahmet’i unutacak değilim.”

      “Ona deyin ki yer gök yıkılsabile ben de Ahmet’i unutacak değilim. Bir de ona deyin ki benim işim acildir, bu akşam Cebbar öğretmen bize misafir gelecek. “Cebbar Öğretmen” adı özel bir iftihar ve gururla seslendi. “Anlaşıldı. Bunlar Ahmet her kimse onu paylaşamamışlar.”

      “Ona deyin ki benim işim daha acildir. Babam bu akşam yemeğini evde bizimle beraber yiyecek.”

      Ark kenarındaki kızların ve yıkanan bulaşıkların hırslı ve şakırtılı sesleri artık işitilmez oldu. Yanından geçtikleri bahçede bir ağaçta iki serçe hasretle birbirine kısılıp öylece kalmışlardı, bu defa onların ötüşü kızların sesinin yerine geçti. Serçelerin sesine neredense gelen sığır böğürtüleri karıştı. Köpekler geri kalır mı “ses verip” bir iki ağız havladılar. Artık karanlık hızla çökmeye başlamıştı. F. Q. deminki allı güllü geniş etekli kızın söylediği “yerin adı yok” sözünü beyninde çekiştire çekiştire: “Yerin adı var mı yok mu? Mekânın adı o mekânı anlamak bağlamında bize ne verir?” sorusuna dönüştürmedi mi dönüştürdü ve yanı başında ayağını çekerek yürüyen, mendilini cebine koymadan sık sık yüzünün, boynunun terini silen Mübariz Efendiyi aniden ve kesinlikle unutarak ta Behram Emminin evine kadar kafasında bu soruyla (“ne alaka?) boğuşa boğuşa gitti. Mübariz Efendi yanında Karadeniz’de gemileri batmış gibi suratını asmış yürüyen F. Q.’ye alttan alta dikkat ediyor, olası kuşkulara son vermek istiyordu, ama içine doğmuştu: “Bu okuyacak.”

* * *

      Behram Emminin köyün yukarı başında arkasını Venk dağına dayamış evini görünce F. Q. ona içinden“çoban kalpağı” adını taktı. Yatmış devin karnı altında bir “çoban kalpağı”. “Kızcağız haklı değilmiş, yerin adı var; en azından bir adı olmalıdır, yoksa o yer, yer değil.” Mübariz Efendi başıyla (belki de uzun burnuyla) evi gösterdi, soluklanıp durdu. F. Q.’yi dürttü. Bavulunu artık uyuşmuş olan sağ omzundan eline alan F. Q. yol arkadaşının “çoban kalpağına” gizli bir kıskançlıkla baktığını sandı.

      “İşte avlu, kendisi de avludadır.”

      Eve yaklaşıp dikenli çitin ortasında bulunan ama bu çitten pek de seçilmeyen kapıyı Mübariz Efendi açmak istediğinde kapı aniden ve kendiliğinden açıldı. F. Q. şaşırmaya zaman bile bulamadı, kapının öteki tarafında kafasında (tam tepesinin ortasında) alalı bir takke, üzerinde uzun kollu kare desenli gömlek olan, uzun boylu yaşlı bir adam göründü. Bir hayli munis ve halim ifadeli yüzü vardı, sesi de halim yüzüyle tam bir uyum içindeydi. Bu adam onları bekliyordu.

      “Ya, siz hoş geldiniz. Buyurun. Geçin, geçin.”

      Başında takke, sırtında kürk bir yelek, beyaz sakalını kaşıya kaşıya Behram Emmi bir kenara çekilip misafirleri avluya aldı. “Şehirden gelmişe benzedi.”

      Mübariz Efendi zor fark edilen bir babacanlıkla F. Q.’yi bir kolu ile az kalsın zorla kucaklayarak kendinden önce avluya soktu. Behram Emmi kapıyı kapattı, sürgüsünü çekti ve o an kapı yeniden dikenli çitin bir parçası haline geldi. Avlunun ortasında büyük bir ağacın (Karaağaç’ın) altında geniş bir kanepeye benzeyen, zaten kanepe olarak kullanılan, yarı yuvarlak bir iskemle, karşısında düz kare bir tahta masa vardı. Behram Emmi konuklarını tam ağacın altına buyur etti.

      “Gel evlat, geç otur. Mübariz, geç, buraya geç. Oturun, oturun. Ben şimdi…”

      Behram Emminin sesindeki nevazişi akşamüzeri Venk dağının bu avluya “özel olarak” gönderdiği serin esinti gibi hissetmemek mümkün değildi. Sonralar F. Q. dikkat edip gördü, Behram Emmi ciddiyken de mavi gözlerinin dibindeki nurlu tebessüm hiç eksik olmuyordu; gözlerinin dibinde sanki çırayanıyordu.

      Artık her yan karanlıktı. Evin ışığı zayıf olsa da Karaağacın altına kadar aydınlatıyordu. İki dakika oldu ya da olmadı, Behram kişi elinde servis tabağı (sini), tabağın içinde (sinide) çay bardakları evden dışarı çıktı. Terasta kaynayan semaverden (“Semaveri ne zaman ateşledi?”) demliye su aldı, “şimdi, hemen, hemen” diye mırıldanarak getirip “Ufaklık” diye ad taktığı bu kocaman (azman) ağacın altındaki düz kare biçimli masanın üzerine bıraktı tabağı (siniyi).

      Tam iki yıl önce, kendisi azacık şaşırıp kalsa da köy içinde gururlanarak dolaşan Behram Emminin evi de bahçesi de Dil ve Tefekkür Enstitüsü çalışanları tarafından “istila” edilip asıl “askeri karargâh” haline gelmişti. Venk dağının tam göbeğinde, yüz yıllardan beri dağı bir kuşak gibi saran, ömür boyu üzerine basıp geçtikleri patikanın sağ tarafında (sol taraftaki kaya parçası Behram Emminin evinin üzerine uzanan o kuzgun gagası idi) bir mağara bulunmuştu. Mağaranın içinde dört duvar boyunca garip işaretler görmüş ve elbette ki bu işaretler konusunda gereken yerlere bilgiler iletilmişti. Bu bilgiler dönüp dolanıp sonunda Dil ve Tefekkür Enstitüsüne kadar ulaştı.

      Önce Enstitüden birkaç kişi geldi. Mağaraya yakın olması nedeniyle (mağaraya ilk giren kişi de bir başkası değil ta kendisiydi) Behram Emminin evine yerleştiler. İşini gücünü bir günlüğüne bırakan Profesör de kalkıp şehirden buraya gelmişti. İşte o zaman görecektin Behram Emminin gururunu ve Mübariz Efendinin suratının mosmor oluşunu. Ne kadar ısrar etse de Profesör hangi stratejik (bizzat kendisinin kullandığı sözdü– stratejik) gerekçeler yüzündense Behram Emminin avlusundan dışarı çıkmamıştı (belki Behram Emminin yalnızlığı, bu kadar konuksever oluşu hoşuna gitmişti, belki başka bir sebep vardı… Kim bilir?). Profesörün bu kişiye rağbeti açıkça ortadaydı, gece yarısından sonraya kadar devam eden sohbet sırasında ona içini açarak şöyle demişti:

      “Behram, bu yazının okunması çok önemlidir, bunu sana diyorum çünkü görüyorum sen beni anlıyorsun; neyin pahasına olursa olsun onu okumamız lazım… İnan bana bunun için hayatımı bile veririm.”

      Behram Profesörün bu azmine hayran kalmıştı, bu hayranlık yüzünde, gözünde, hareketlerinde, sözlerinde açıkça görülür, hissedilirdi. Behram’ın Venk dağıyla ilgili