Kemal Abdulla

Unutmağa Kimse Yok


Скачать книгу

ileri gitmek istemedi. “Acaba kurt mu var nedir?” diye Behram Emmi hep yanında taşıdığı Alman bıçağını (Eryen onu savaştan döndüğünde getirmiş ve Behram Emmiye hediye etmişti) çıkarıp açtı, ama Bozlar yerleri koklaya koklaya aniden patikanın sağ tarafına çalılıkların bastığı zar zor fark edilen bir kaya parçasının önüne doğru zıpladı. Hayvan arka ayakları üzerine kalkıp ön ayaklarıyla kayanın altındaki deliği kapamış çalılıkları inatla eşmeğe başladı. Köpeğin sakince mırıldandığını fark eden Behram Emmi meselenin kurtla bir ilgisi olmadığını anladı, bıçağını büküp cebine soktu. Yakına gelip çalılıkların arasını dikkatle inceledi ve kaşları çatıldı. Aman Allah’ım defalarca yanından (sadece kendinin değil, tüm köy halkının ve bu arada Bozlar’ın da) o taraf bu tarafa geçip gittiği bu çalılıkların arkasına saklanan bir şey ona “gel, gel” dedi. Bu sert dikenli çalılıkları elleriyle bir şekilde aralayıp birdenbire ortaya çıkan kapı büyüklüğünde, evet, küçük bir kapı büyüklüğünde boşluk (mağaranın girişini) gördü. Mağara böyle bulundu.

      Mübariz Efendi ise olayın özüne, şöyle diyelim, mültefit olmadı: “Mağara da ne ki? Venk dağında belki onlarca böyle mağara var. Şimdi kalkıp da bunu korumaya alacak değiliz ki…” Koşarak yanına gelen Behram’a da kayıtsız bir tavırla şunu söyledi:

      “Git Behram, git işlerine bak. İşin gücün yok mu senin?”

      “Sana söylüyorum Mübariz, burası sıradan bir yer değil. Bak sonra pişman olmayasın.”

      “Olmam. Ne var ya bu mağaranın içinde, seni böyle heyecanlandıran?” Ama Mübariz Efendinin deminki kayıtsızlığının yerini bir merak almaya başladı Behram’ın uyarısından sonra.

      Behram Emmi başlangıçta karanlık nedeniyle (karanlık da tam bir zifiri karanlıktı) hiçbir şey fark edemedi. Çifte fener gibi titreşen ve Bozlar’ın gözlerinin dibinden fışkıran ışık dışında burada hiçbir şey görülemiyordu. Behram Emmi korkak bir insan değildi ama kalbinin sesinin sanki kulaklarını delmeğe başladığını hissedince yine eli cebine doğru uzandı, Alman bıçağının çelik gövdesi karanlıkta parladı. Behram Emmi elleriyle havaya dokunuyormuş gibi, etrafı incelemeğe başladı, mağaranın sınırlarını belirlemeye çalıştı. Aniden mağara girişinin arkasınca galiba kapandığını anımsadı. “Bunun girişi çalı çırpıyla kapandı, ah, ah, içeri girmeden çalı çırpıyı temizlemem gerekirdi. Şimdi buradan nasıl çıkarım Allah’ım?”

      Gerçekten de mağaranın girişi Behram Emmi ile Bozlar’ı içeri aldıktan sonra sert mi sert çakırdikeni ve yabanenginarı çalılıklarıyla kendini yeniden kapatmıştı. “Bu ne iş? Böyle bir şey hiç görmedim.”

      Köpeğe seslendi:

      “Bozlar, Bozlar, gel güzelim, gel çıkar beni buradan. Nerede kaldı bizim bu viraneye girdiğimiz delik?”

      Köpek akıllı bir köpekti, kulakları dimdik durdu, Behram kişinin ondan ne beklediğini sesinden anladı, etrafı kokladı, mağaranın girişini çabucak buldu, arka ayakları üzerine kalkıp mırıldandı. Köpeğin gözlerindeki ışığa doğru giden Behram Emmi içeri girdiği deliği görebildi. Çakırdikeni çalılıkları Behram Emminin çok yakınındaymış. Zorlanarak, ellerini dikenler sıyırarak kendine ve köpeğine yol açtı, bir şekilde dışarı çıktıktan sonra içi rahatladı. Her taraf sakin ve aydınlık doluydu. Yalnız kuşların ötüşü ara sıra bu sessizliğin içinde yankılanıyordu. Zifiri karanlık mağara ise sanki hiç yoktu, olmamıştı. Bir iki tane “tanıdık” arı vızıldadı, uçup gitti. “Allah’ım şükür, çok şükür. Bu aydınlık geniş dünya bize dar olacaktı.” Behram Emmi rahatlayıp içini çekti.

      Behram Emmi ilk gün mağara konusunda kimseye bir şey söylemedi. Evinde oturdu, çok düşündü çok taşındı. İçinin derinliklerinde bir ses bunun sıradan bir mağara olmadığını, burada neyse bir iş olduğunu, asıl olayların ileride yaşanacağını ısrarla söylüyordu. Bütün geceyi içi burkularak geçirdi. Huzursuzluğu sabaha kadar sürdü. Sabah açılır açılmaz yine Bozlar’ı yanına alıp Kuzgun Gagasına çıktı. Bu defa yanına bir balta almıştı; baltayla mağaranın girişini çalılardan temizledi. Ama bunun bu denli zor olacağını hiç düşünmemişti. Venk dağında biten çakırdikeni çalılıkları (böylesine çivi gibi dikenleri olan baş belası çalılıklara başka bir yerde rastlamak imkânsızdı) balta darbelerine inatla direniyor, eğiliyor, yaralanıyor, kırılıyordu. Ama bir yerlerden, yukarıdan aşağıdan çıkan yeni kalın sürgünleri dikenli kollarıyla Behram Emminin yüzüne gözüne sarılarak (ki takkesini iki kere kayıp yere düşürdü) sanki onu kucaklamak istiyordu. Çok uğraştı, sonunda bir kişinin sığabileceği kadar bir yol açtı. Artık mağaraya cesaretle girebilirdi. İçerisi önceki (dünkü) gibi zifiri karanlık değildi. Mağaranın çalılıklardan arındırılan girişinden ışık topağı, kendini suçlu bilen hasretliler gibi içeri nasıl sokulduysa burada artık nasıl derler göz gözü görmeğe başladı.

      Mağara ne büyüktü ne küçük; beş altı adım uzunluğu ondan bir kadar az genişliği vardı. Rahat edemeyen Bozlar sürekli etrafı koklamaya başladı. Zayıf bir nem kokusu dışında başka koku yoktu. “Hayır, sıradan bir mağaraya benzemiyor burası. Ama yakın zamanlarda insan ayağı değen bir yere de hiç benzemiyor. Ama yine de… Masum bir yer değil burası.”

      Var böyle canlı varlıkların ayağı değmeyen mağaralar. Venk dağında da vardı onlardan. Behram Emmi zaten dağın başından eteklerine dek her nar varsa – kayalıklar, uçurumlar, mağaralar – tamamını kendi bahçesi kadar iyi biliyordu. Belki de kendisine bir yerlerden bir taş parçası getirip verseydiler, gözleri kapalı parmakları arasında inceleyip hangi kayanın hangi mağaranın taşı olduğunu şaşmadan söylerdi. Ama burası farklı bir yerdi. Burası hem tanıdığı bir yerdi, onlardan birisiydi, hem de değildi. Ana ne işse bu mağara daha önce Behram Emminin hiç hoşuna gitmedi. Kulak çınlatan korkunç bir sessizliği vardı. Aniden duvarda bir şeylere takıldı Behram Emminin bakışları; orada nakışlara benzeyen işaretler olduğunu fark etti. Dikkatini topladı, yakına geldi.

* * *

      Behram’ın az kalsın zorla mağaraya sürükleyip getirdiği Mü-bariz Efendi mağaranın taş duvarı boyunca zarif nakışlar gibi yan yana dizilmiş garip işaretleri görünce, durumu anladı; mesele düşündüğü gibi değildi, bir hayli ciddiydi. Bu yeni bulunan mağara konusunda kesinlikle ilçe merkezine bilgi vermek gerekirdi. Öyle yaptılar.

      Bundan sonra yaşananlar bir film şeridi gibi hızlandı. Beklenmedik bir şekilde mağara köy halkının dikkatini çekti. Herkes gelip bu işaretleri kendi gözleriyle görmek istedi. Bir hafta sonra köyü dolduran Dil ve Düşünce Enstitüsü çalışanları ise köylülerin yanında birbirileriyle konuşurken (onlara duyura duyura): “Sonunda bu halkın da tarihi bulundu, açığa çıkarıldı, şimdi bunu okuduktan (onlar ‘deşifre etmek’ tabirini kullanıyorlardı) sonra bütün dünya bilecek, biz kimiz, nereden geliyoruz ve nereye gidiyoruz.” Bu sözleri dikkatle dinleyen bazı köylülerin merakı kamçılanıyordu, ama onlar hâlâ bu garip nakışların bir yazı gibi okunabilmesine değil inanmak, hatta bir bakıma komik buluyorlardı. “İşaretler ne kadar okunmaz olursa” bunu uzmanlar söylüyordu “demek ki tarihi de bir o kadar eskidir. Biraz bekleyin, göreceksiniz Venk dağı, Venk köyü böylece dünyanın en ünlü tarihsel mekânlarından birisi olacak.” Köyde herkes mağarayla yatır mağarayla kalkıyordu. Her evde, kahvehanede, postanede, Radyo meydanında, sözün kısası her yerde herkes mağarayı tartışıyordu. “Bu ne yazısıdır, tarih bize ne diyor, ne demelidir vs. vs.” Sert çakırdikeni çalılıkları kısa süre içinde moda haline gelerek bahçelerin çitlerine eklenmeğe başladı (gidip dağdan kesip getiriyorlardı). Hatta bir ara gizemli bir söylenti de yayılmadan