Kemal Abdulla

Unutmağa Kimse Yok


Скачать книгу

bir hoca vardı, ona (Cafer Hoca’ya) sabahleyin durup dururken dedi ki, bu desenler sanki çiçektir, çiçek leçekleridir, bu yazı aynen çiçeğe benziyor. Gerçekten de öyleydi. Görünce içinden tam da şunu söylemişti: “Aynen çiçektir bunlar, çiçekli yazıdır bu.” O zaman asık suratlı Cafer Hoca bir söz söylememiş, sanki Behram Emminin dediklerini duymamıştı. Sonradan Enstitü çalışanlarından olduğu bilinen ama kimliği kesin olarak tespit edilemeyen birisinin sözüyle herkes bu yazıyı Çiçekli Yazı olarak adlandırmaya başladı. Önce çok kişi bu yazının isim babalığı iddiasında oldu ama bir şey çıkmadı, çünkü bu ad yavaş yavaş Profesörle ilintilenmeğe başladı. Bundan memnun kalan Profesör ne “evet” ne de “hayır” dedi. Ama suskunluk zaman içinde o kadar anlamlı oldu ki, Enstitü mensupları yavaş yavaş “bu kadar güzel bir adı bu adam koymayıp da kim koyacaktı” gibisinden bir düşünceyle “biat etti” ve böylece Profesör bu yazının isim babası oldu. Aslında Behram Emmi de bunu Profesör köyden ayrıldığında bavuluna koyduğu çiçek bal gibi helallik ve açık yüreklilikle kabul etti.

      Yazının adı gerçekten cuk diye oturmuştu, yazıdaki (bunu yazının kopyasını çıkaranlar söylüyordu)işaretler, gerçekten de çiçek leçeklerini anımsatıyordu; her işaret bir leçekti. (Behram Emmi bu adı nereden bulmuştu, kendisi de anlamıyordu). Leçeklerin sayı değişiyor, çiçeklerin uzunluğu kısalığı, inceliği kalınlığı değişiyordu, ama yine de her işaret bir çiçekti, başka bir şey değildi… Zaman zaman çok ağır kokular salgılayan mağaranın pürüzlü, girintili çıkıntılı taş duvarına boydan boya kazınmış renksiz birer çiçekti, uzunca bir çiçek çelengiydi.

      Şehirde ise olaylar hızla gelişmekteydi.

      Gizemli Çiçekli Yazıyı okuma işine ilk başta Enstitünün bu işe heves eden tüm çalışanları aynı zamanda girişti. Bu çok sessiz, gürültüsüz, bazen gizli, sanki kendiliğinden gelişen bir süreçti; araştırmalara komşu Enstitülerin aksakallı ve karasakallı mensupları da katıldı. Tarih Enstitüsü ile Arkeoloji Enstitüleri ise özel bir gayret sarf etmekteydiler. Konuyla ilgili gelişmeler arapsaçına dönmüştü.” Her kafadan bir ses çıkıyordu. Sonunda Profesör bu gürültüden, bu dedikodulardan yorulunca bir karar aldı; Çiçekli Yazıyı ayrı ayrılıkta değil herkes bir arada ortak bir gayret ve irade sergileyerek okumalıdır. (Böyle bir kararı alma hakkı vardı, çünkü Çiçekli Yazıyla ilgili ilk bilgiler ona rapor edilmişti; buradan da Çiçekli Yazıyı öncelikle Dil ve Düşünce Enstitüsü’nün bulduğu yönünde bir sonuç çıkmaktaydı).

      Başka bir çıkar yolları kalmadığı için tarihçiler bu öneriyi kabul ettiler ve bir de ek öneri getirdiler. Bu ek öneriyi ilk başta olmasa da sonunda profesör de (herhalde daha önceki iki okuma girişiminin başarısız olması onun pozisyonunu sarsmıştı) kabul etmek durumunda kaldı. Ek öneri şöyle özetlenebilirdi; Yazıyı okuma hakkını elde edebilmek için iddia sahibinin önerdiği yöntem adı geçen enstitülerin (Yazma Eserler Enstitüsü az kalsın unutulmuştu, oysa onlar da işin içindeydi) Birleşik Bilim Kurulu’na sunulacaktı. En fazla takdir alan ve kabul gören önerinin sahibi ancak böyle bir tartışma sonrasında ortak bir karar çerçevesinde yazıyı yerinde incelemek (kopya çıkarılırken bazı yanlışlar yapılmış olabileceği söz konusuydu) ve okuma çalışmalarını yapabilmek için köye gönderilecekti. Kendi geliştirdiği yöntemi konusunda Bilim Kurulunda çok kişi sunum yaptı. Birleşik Bilim Kurulu toplantıları enstitü başkanlarının katılımıyla yapıldı. Sunum ve tartışmalar gerilimli (ilgi, merak, hırs, sertlik vs.) geçti. Her iddiacı kesin kazanmak ümidi olmasa da, en azından “kendini göstermek”, bilim ideallerine “çıkar gütmeden” hizmet ettiğini bir daha sergilemek için elinden geleni yaptı. Bu tartışmalar sonrasında son söz ise hep Profesör tarafından söylendi. Profesörün özel bir sempatiyle yanaştığı, “Çiçekli Yazı tanımlamasını ilk defa Profesörden duydum” sözünün sahibi F. Q.’yi içtenlikle ve özel bir gayretle desteklemesi, Bilim Kurulu üyelerinin de uzun tartışmalar ve danışmalar sonrasında onu seçmelerine neden oldu. F. Q.’nin önerdiği yöntem aslında çok sadeydi (hatta ‘basit’ bile denebilirdi) ve şöyle özetlenebilirdi; incelemeleri bilinen tüm yazı sistemlerinden yalıtarak Çiçekli Yazının kendi kodlarını, kendine özgü iç düzenini bulmak gerekirdi. Diğer çözümleri önerenler ise günümüzde var olan ya da artık ölüp gitmiş yazı tiplerinden hareket etmeği önermekteydiler. Bu tür bir yaklaşımı kabul etmedi F. Q. Anahtar sözcüğü arayıp bulmak… F. Q.’nin önerdiği çözüm yönteminin özü bundan ibaretti. Ne Latin, ne Pehlevi, ne de eski Türk işaretlerinden yardım almadan bu kendine özgü yazı örneğini çözebilmek F. Q.’ye göre mümkündü ve hatta tek çareydi. F. Q.’nin önerdiği ve Profesörün fedakârca savunduğu yöntem birçok tartışmalar (özellikle tarihçiler ki kendi ideolojik önderleri, beyazlamış kaşlarının yukarıya doğru kalkık uçlarıyla aslanları anımsatan ve sert mizacıyla bilinen Ordinaryüs Profesör Aslanzde’nin bazen gizli bazen açık direnişine rağmen onlar oy birliğiyle Pehlevi yazısına öncelik tanımaktaydılar) sonrasında yavaş yavaş herkesin ilgisini çekmeğe başladı. Bu büyük bir başarıydı. O andan itibaren mesai arkadaşları, hatta öteki enstitülerden tanıdık ve tanımadık meslektaşlar ona gizli bir gıpta duygusu karışık sempatiyle (kimi yapay kimi gerçek) bakmaya başladılar. Geleceğin bilim adamı olarak kariyerinin temeli böyle atılıyordu. Böylece saygın enstitülerin birisinde Bilim Kurulu onun yöntemiyle ilgili kararını (Aslanzade’nin deyimiyle “çaresiz kalarak”) verdikten ve F. Q. de büyük bir coşkuyla tebrikleri kabul ettikten sonra bu genç araştırmacı büyük bir hevesle Venk dağının eteğindeki köye gitmek için hazırlıklara başladı.

      “Ne alaka? Bu Bilim Kurulu konusu da nereden geldi aklıma?” F. Q. Behram Emminin masaya koyduğu peynirden bir miktar lavaşın arasına alıp dürüm yaptı, çayını yudumlayarak onun mavi, gülüş saçan gözlerine baktı ve aslında ne söylediğini işitmeden tahmin ettiği sorusuna böyle yanıt verdi:

      “Bilemiyorum. Ama hayır, çok zor.”

      Kalbi neredeyse duracaktı Mübariz Efendinin, yine yerinde kıvrandı, dikkatle F. Q.’ye baktı; gerekirse buracıkta içtenlikle ant içebilirdi ki F. Q. Behram’ın sorusunu duymamıştı. Ama verdiği yanıt (az önce muhtarlıkta olduğu gibi) tam yerine denk gelmişti. Şaşkınlığını asla hissettirmemeğe çalışan Mübariz Efendi elindeki çay bardağını özel bir itinayla masaya bıraktı. Behram Emmi ise çayını keyifle yudumlayarak F. Q.’ye şunu sormuştu:

      “Bu işin peşinden köye senden başka da gelen olacak mı yoksa sen yalnız mı olacaksın evladım?”

      “Bilemiyorum. Ama çok zor.”

      Soruyu soran ses çok uzaktan, derin bir vadinin dibinden geldi. Sorunun gerçek anlamını ise Behram Emminin gözlerinin dibindeki tebessüm açıkladı. Bu tebessümü ilk gördüğü andan beri onun “esiri” olan F. Q. önce tebessümün bu kişiye ait olmadığını düşündü, kimdense (başka birisinden) borç almış, ama buna çok da takılmadı (“nedir ne değildir, kimindir, kimin değildir – önemlisi şu ki içtendir”). F. Q. bu güzel tebessüme karışık bir tebessümle karşılık verdi; yani gülümsüyor mu sırıtıyor mu pek anlaşılamadı. Kendi suratı F. Q.’ye böyle oyunlar oynardı zaman zaman. “Genç araştırmacı” Mübariz Efendinin titremeğe başlayan ellerine bakarak (bu adamı hiç beğenmedi; “insanın yüzüne bakmıyor”) onun durumunu fark edince gizli bir keyif almadı değil: “Evet, Mübariz Efendi iyice afallamış.” Afallayan Mübariz Efendi ise tam da şu an buracıkta F. Q. ile Behram arasında bir “gönül anlaşması” yapıldığını hissetti ve Mübariz Efendi böylece F. Q.’yi “kaybetti”.

      “Okuyamaz inşallah.”

      “Hayır okuyacak.”

* * *

      Behram