Gabbas Kabışulı

Gönlün Göklerinde


Скачать книгу

neredeyse kimse kalmadı. Çoğu geçimini sağlamak için farklı yerlere taşınmış.” Diye kısık sesle konuşan Ad ağabey bir süre sessiz kaldı. Düşünceleriyle yaşamın ta uzaklarında bulunan kırlarını ve tepelerini dolaşmaya geçmiş olmalı. Ben de sessiz kaldım. Biraz sonra sessizliği bozarak: “Semey’in Marinovka Köyü’nde doğmamın nedeni ise iş peşinden giden babamızın orada birkaç yıl yaşamış olmasındandır. Peki sen Nayman’ın hangi kolundansın?”dedi.

      “Kökjarlıyım.”

      O sırada uçakta anons yapılıp: “Dikkat dikkat. Kemerlerinizi bağlayınız, biraz sonra uçağımız Taşkent Havaalanı’na inmiş olacaktır” dendi. Ondan bir buçuk saat sonra da uçağımız havalanıp Almatı’nın yolunu tuttu. O sırada bilim adamı, yazar Hasen Adibayev:

      “Adeke Tiflis’te sizinle birlikte geçirdiğimiz bir hafta bizim için son derece değerli ve verimli oldu. Akşamları sizin odanızda geçirdiğimiz her saat, enstitü ve üniversitelerdeki ders dinlemeye hevesli öğrencilik dönemlerimize götürdü. Teşekkürler Adeke, yüz yıl yaşayın.” dedi. Biz de yarışırcasına onu doğruladık. Adeken:

      “Maşallah söz ustalarına.”diyerek neşeyle güldü.

      Hasan ağabeyle ilgili ilginç bir şey yaşadığımızı da anlatayım. Hasan ağabey Tiflis’ten elinde dışına yarım metre kadar kurdele bağlanmış güzel kâğıt kutu ile döndü. Kutunun üzerindeki yazılar Gürcü harfleri ile tabii ki Gürcüce yazılmış.

      Her zamanki gibi şakalaşarak: “Has ağabey, elinizdeki nedir? Patlayıcı bir şey değildir herhalde.” dedim

      “Yengen için aldığım Gürcü pastasıdır.”dedi. Kahkaha tufanı koptu. Çocuklardan biri, sanıyorum Sayın’dı:

      “Şu sıcak havada pastanız erimeden verin, yiyelim.” dedi. Tekrar kahkaha koptu. Ad ağabey yüksek sesle gülerek:

      “Tabi siz eşlerinize Allah bilir bir şeker bile almamışsınızdır. O yüzden de Hasen’in pastasını kıskanıyorsunuz değil mi?” dedi.

      “Ad ağabey, gelinleriniz için biz kendimiz en değerli hediye sayılırız.”dedi Kabdeş. Kahkahalarımız Taşkent Havaalanı’nın her yerinde yankılanmış olmalı…

1992 yılı.

      İLEKEN

      1973 yılının 20 Eylül günü olmalı ev telefonum gaz sancısından ağlayan bebek gibi yüksek sesle durmadan çalmaya başladı. “Ay Allah canını almayası.”diye derhâl ahizeyi elime alıp kulağıma yapıştırdım:

      “Buyurun.”dedim.

      “Gabbas nasılsın? Ben Anvar.”

      “Tanıdım. Harikayım.”

      “Yıllık iznini almışsın, tatile gitmedin mi? Daha ne kadar zamanın var?”

      “Daha iki haftam var.”

      “Öyleyse bana gel.”

      “Hayır Aneke, pazara gitmek üzereyim, üç saat sonra Öskemen’e uçacağım.”

      “Üç saat dediğimiz çok zamandır, yetişirsin, bana bir uğra.”

      “Anekeceğim yetişmem zor olur, bilet cebimde…”

      “Bilet cebinde ise uçak bir yere kaçmaz”diye sesli sesli güldü Anvar.

      “Bu kadar acil olan nedir?”

      “Gelince anlatacağım, birazdan arabam seni alacak, bekliyoruz.”

      Aneken’in, Yazarlar Birliği Başkanlığı Birinci Sekreteri Anvar Alimjanov’un şoförünün adı da Anvaridi.

      “Niye çağırıyor? Ne oldu?”diye sordum, o omzunu kaldırıp kafasını sallayarak:

      “Bilmiyorum. Sekreterini gönderip: “Gabbas’ı getirsin” demiş…”

      “Anvar yalnız mı?” dedim giriş odadaki sekreter hanıma selamlaştıktan sonra.

      “İlyas ağabey var.”

      “Selamünaleyküm.” deyip odaya girdim.

      “Aleykümselam.”dedi İleken, İlyas Yesenberlin, gülümseyerek elini uzattı. Yazarlar Birliği Başkanlığı İkinci Sekreteriydi.

      “Geldin mi? Buyur.” dedi Anvar, elini uzatırken yerinden kalktı. Ön dişleri fırlayıp iki omuzu sallanarak sessizce güldü.

      “Patron gelmeyi emredince gelinmez mi? Neşeli olduğunuzu görüyorum, bu iyiye işarettir” dedim, İleken’in karşısına oturdum. İleken, her zaman olduğu gibi tek nefeste “ıh-hı” diye gülüp Anvar’a baktı. Anvar da gülümsemeye geçip bana baktı. Ben ikisine sırayla bakıp:

      “Niye çağırdınız, söylesenize, gülmek gerekirse ben de gülerim,” dedim.

      “Öskemen’i bekletip Moskova’ya uçman gerekiyor” dedi Anvar, yerinde oturarak ve ciddi bir yüz ifadesi edinerek.

      “Ben orada ne yapacağım?”

      “Mülakata girmen gerekir.”

      “Ne? Neden? O da nedir?”

      “Biz aramızda istişare ederek senin, buraya, bizim Edebiyat Fonu’na Müdür olmanı uygun bulduk.”

      “Uygun bulduk” da ne demek? Benim fikrimi almadan mı?”

      “Gabbas dinlesene, anlasana.” dedi İleken kırgın bir sesle.

      “Neyi anlamam gerekir?”

      “Anvar özetle anlatıp açıklasana.”dedi İleken, ellerini açıp Anvar’a baktı.

      “Gabbas şöyle: Biz Abdraşit Ahmetov’u emekliye gönderip onun yerine seni Müdür yapma kararı aldık. Moskova’daki üst Edebiyat Fonu olumlu bakıyor. Onlar iki üç gün içerisinde arayacaklar, ondan sonra: “Neredesin Moskova?” diye gideceksin ve Müdürüyle tanışıp konuşacaksın. Öskemen’e daha sonra gidersin.” dedi Anvar. Ben katiyen istemediğimi söyledim. Kazak Edebiyatı Gazetesi’nin Eleştiri Bölümü Başkanı idim. Orada çalışmaya devam etmek istediğimi, adı geçen gazeteden başka bir yere gitme planlarımın olmadığını ve ayrılmayacağımı ilettim. İki başkan: “Gideceksin.” dedi, bense: “Gitmeyeceğim.” dedim. Bahanelerimi dinleyen yoktu. “Sen uygunsun”, “Sen disiplinlisin”, “Sen yönetebilirsin”, “Senin adaylığın Parti tarafından da destek buldu” gibi övgü veya kandırma sözleri olduğunu tam ayırt edemediğim lafları yağdırıp, dönmeye çalıştığım yerlerde önümü kapatıp kendi taraflarına çektiler.

      Sağlam bir bahane bulduğumu düşünerek. “Aritmetikten anlamayan, genel olarak matematik derslerinden okulda “üç”ten daha yüksek bir not almayan biriyimdir. Çıkarma, toplama, çarpma ve bölme denen dört işlemden başka bir şey bilmem. Edebiyat Fonu’nun kazanında yüz binlerce rakamın kaynadığı söylenir. Onların hepsini karıştırıp her yerime bulaştırarak mahkemelik olmamı mı istiyorsunuz?” dedim. İleken bana gözlerini dikerek:

      “Bir şey olmaz, bence en fazla iki sene içeride kalır çıkarsın.” dedi.

      (Daha sonra öğrendim ki İleken Kazak Tiyatrosu Kurumu nezdindeki Filarmoni Müdürü görevine getirildiğinde çok geçmeden muhasebecilerin yalan yanlışlarına kanıp hapse atılmış ve iki yılını hapishanede geçirmiş.)

      Anvar, kıs kıs güldü.

      Sonuç, 2:1 oldu.

***

      SSCB Edebiyat Fonu Kazak Şubesi Müdürü olmakla birlikte özel odaya sahip olup yerdeki pek çok “Allah”tan birine dönüşerek kurulmuş koltuğumda oturduğum günlerden birinde Edebiyat Birliği Katibi