Cemile Kınacı

Kazak Edebiyatında İmaj ve Kimlik


Скачать книгу

olduğunu belirlemektedir? Buradan hareketle din, ulus, etnisite, kimlik analizinde kimlik unsuru olarak değerlendirilemez. Çünkü bu alanlar doğumla birlikte içine düşülen alanlardır ve bu alanlara bireyin seçiminden çok, zorunlu bir giriş yapılmaktadır. Ancak bu görüş bir yandan da “kimlik ideolojisi”nin reddi anlamına gelmektedir. Çünkü hiçbir toplumda tözsel bir kimlik mevcut değildir. Hall, hiçbir kimliğin saf ve homojen olmadığını düşünür. Ona göre, kimlikler kurgusaldır ve yalnızca “melez kimlikler” vardır (1993: 54-57). Meseleye “sosyal inşa edicilik” üzerinden bakan araştırmacılar da kendiliğinden ulus veya etnisite kimliklerinin var olmadığını kabul ederler, ulus ya da etnisite kimliklerinin inşa edildiğini savunurlar. Anderson’a göre “Ulus hayal edilmiş bir siyasal topluluktur- kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir.” (2011: 20). Ulus hayal edilmiştir, çünkü en küçük ulusu oluşturan bireyler bile diğer üyeleri tanımayacak, onlarla tanışmayacak, çoğu hakkında hiçbir şey işitmeyecektir ama yine de her birinin zihninde toplamlarının hayali yaşamaya devam edecektir (Anderson 2011: 20). Gellner de ulusların icat edildiği düşüncesindedir. Kültürün zenginliğinden yararlanılarak ölü diller canlandırılır, gelenek icat edilir, oldukça hayalî, eskiye ait olduğu sanılan birtakım saf özellikler gündeme gelir (Gellner 2008: 138). Balibar ve Wallerstein devletlerin ulusları yarattığı fikrindedir. Önce devletler varolur ve ardından uluslar oluşur, modern dünyada bunun pek çok örneğini görmek mümkündür. Devlet, yarattığı ulus ölçüsünde iç ve dış tehditlere karşı dirençli olur (Balibar ve Wallerstein 2007: 101). Castells de kimliğin inşa edildiği görüşünü savunur. Ona göre, modern çağda önce devletler varolmakta, ardından ulus yapılanmakta ve daha sonrasında bu ulusun bireyleri arasında toplumsal ve kültürel bağlar oluşturulmaktadır (Castells 2006: 12, 421). Toplumları inşa edilmiş unsurlar olarak gören görüşlerin dışında, ortak bir ırka dayandıran görüşler de mevcuttur. Irk ile ilgili bilimsel kuramlar on sekizinci yüzyıl sonu ve on dokuzuncu yüzyıl başlarında ortaya çıkmıştır. Bu kuramlar, sömürgeci ülkelerin hükmettikleri topraklarda kurulan yeni toplumsal düzeni haklı çıkarmak amacıyla kullanılmışlardır. Joseph Arthur de Gobineau üç ırk ortaya koymuştur: Beyaz, siyah ve sarı. Ona göre, beyaz ırk üstün bir ırktır, çünkü üstün bir zekâ, ahlak ve iradeye sahiptir ve bu kalıtsal nitelikler Batının tüm dünyaya etkisinin altında yatan etmenlerdir. Siyah ırk ise, hayvan tabiatı, ahlak yoksunluğu ve duygusal kararsızlıkla belirlenen çok az bir kapasiteye sahiptir. Sonraki dönemlerde De Gobineau ve benzer görüştekilerin fikirleri, beyazların üstünlüğünü savunan kişi ve grupları da etkilemiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında ise ırkı esas alan görüş tamamen değerini yitirmiştir. Biyolojik açıdan kesin ırklar yoktur, ancak insanlar arasında fiziksel değişikliklerden oluşan bir yelpaze söz konusudur. İnsan toplulukları arasındaki fiziksel görünüm farkları ise topluluğun farklı toplumsal ve kültürel gruplar arasındaki ilişkinin derecesine göre farklılaşan soyiçi üreme tarzından kaynaklanır. Aynı görünür fiziksel özellikleri taşıyan bir topluluktaki genetik farklılaşma grup içindeki bireyler arasındaki farklılaşma kadar büyüktür. Bu gibi olgular nedeniyle bilimsel açıdan ırk görüşü terk edilmiştir. Diğer yandan, ırkın sosyolojik çözümleme için elzem olduğu da iddia edilmektedir. Buna göre ırkî farklılıklar bir topluluğun ya da toplumun üyeleri tarafından toplumsal açıdan önemli görülen fiziksel çeşitlilikler olarak düşünülmektedir. Irk, biyolojik temele dayanan dış görünüme göre bireylerin ve grupların yerinin belirlendiği, çeşitli vasıfların ya da becerilerin atfedildiği bir dizi toplumsal ilişki olarak kabul edilebilir. Irk ayrımı, insan farklılıklarını tanımlamaktan daha öte bir olgu olarak, toplum içerisindeki güç ve eşitsizlik örüntülerinin yeniden üretilmesinde önemli rol oynar (Giddens 2012: 533-534).

      Kimlik, sosyal bir süreçtir, kendi kimliğimiz ile başkalarının kimliği arasında daima etkileşimsel bir süreç sözkonusudur. Kimliğin etkileşimsel bir süreç olması sosyal kimlik kavramını gündeme getirir (Tajfel 1978; Tajfel 1982a). Sosyal kimlik, “bireyin benlik algısının, bir sosyal gruba (ya da gruplara) üyeliğine ilişkin bilgisinden ve bu üyeliğe yüklediği değer ve duygusal önemden kaynaklanan parçasıdır.” (Tajfel 1978: 63). Sosyal kimlik, insanlar arası etkileşimde kişinin sergilediği rol olarak da değerlendirilebilir. “Goffman’da sosyal kimlik, kişiler arası etkileşimde bir kişinin sosyal kategorisini öne çıkararak ve bir sosyal statüye bağlı davranışlar göstererek sunduğu görüntü/yüz gibi kavramlaştırılır. Goffman’a göre kişinin diğerleriyle ilişkisinde ortaya koyduğu rol, onlar tarafından bir imaj olarak algılanır.” (Bilgin 2007: 13)

      Kolektif kimlik ise, sosyal kimliğin topluluklar düzeyindeki ifadesidir. Etnik, dinsel ve ulusal kimlikler de bu anlamda kolektif kimliğin çeşitli görünüşleridir (Bilgin 2007: 13). Hiçbir topluluk durağan ve değişmez bir kimliğe sahip değildir. Bireysel kimlikler nasıl ki diğer kişilerle ilişki içerisinde şekilleniyorsa, kolektif kimliklerin oluşması da gruplar arası ilişkiler bağlamında gerçekleşir (Bilgin 2007: 14). Assman kolektif kimliğin grup üyelerinin bilincindeki canlılığı ölçüsünde güçlü ya da zayıf olduğuna dikkat çeker:

      Ortak kimlik ya da biz kimliği dediğimiz zaman bir grubun yarattığı ve üyelerinin özdeşleştiği imgeyi anlarız. Ortak kimlik, söz konusu bireylerin özdeşleşmeleriyle ilgili bir konudur. Kendi başına bir ortak kimlikten söz edilemez. Kendini bu kimlikte tanımlayan bireylerin varlığı ölçüsünde varolur. Grup üyelerinin bilincindeki canlılığı ölçüsünde ve onların düşüncesi ya da eylemini etkilediği ölçüde güçlü ya da zayıftır. (Assman 2001: 132-133)

      İnsanlar arasında farklılık yaratan temel değerlerden biri kültürdür. Bazen kimlik, bu farklardan hareketle kültür üzerinden de yaratılabilir. Bu şekilde kültürün biçimlendirdiği kimlik türü, kültürel kimliktir. “Kültürel kimliklerin biçimlenmesi ‘ötekinin’ ifadesini dikkate almaktadır: kendi kendini kültürel olarak tanımlama işi her zaman ötekilerin değerlerinden, özelliklerinden ve yaşam tarzlarından ayırt edici olmayı içerir.” (Larrain 1995: 197)

      Kültürel kimlik olgusu üzerine iki temel görüş vardır. Bunlardan birincisine göre, kültürel kimlik ortak bir geçmişi olan, sabit ve değişmez bir olgudur. İkinci görüşe göre ise, kültürel kimliğin bir tarihi vardır ancak kültürel kimlik sabit ve değişmez değildir. Bu görüşe göre,

      … kültürel kimlik ‘var olma’ kadar ‘olma’ meselesidir. Geçmişe olduğu kadar geleceğe de aittir. Kültürel kimlik zaten var olan bir şey değildir; mekân, zaman, tarih ve kültürün ötesine geçer. Kültürel kimlikler bir yerden gelir, tarihleri vardır. Ama tarihsel olan her şey gibi, sürekli dönüşüme maruz kalırlar. Sonsuza kadar kökleşmiş ve geçmişe sabitlenmiş olmaktan çok uzaktırlar; bitmeyen tarih, kültür ve güç ‘oyun’larına bağımlıdırlar. Bulunmayı bekleyen, bulununca da benlik duygumuzu sonsuza kadar güvence altına alacak, yalnızca geçmişin ‘geri alınması’na dayanmaktan çok uzaktırlar; kimlikler bizi konumlayan ve kendimizi konumladığımız farklı durumlara verdiğimiz isimlerdir, geçmişin öyküleridir. ( Hall 1998: 177)

      Sosyal kimlik ve kültürel kimlik kavramları birbirinden ayrı olarak değerlendirilmelerine rağmen sosyolojik olarak bu iki kavramı birbirinden ayırmak oldukça güçtür. Çünkü sosyal ve kültürel kimlik iç içe geçmiş kavramlardır.

      Grup

      Birey kendi isteğiyle girmiş olsun ya da kendi isteği olmaksızın içinde bulunsun grup, hayatımızın büyük bir bölümünü etkiler. Grup bireyin bağımsızlığı, özerkliği ve bireyselliği üzerinde yoğun ve kapsamlı bir etkiye sahiptir (Hogg 1997: 5). Gruplar günlük hayatımızın önemli bir bölümünü kaplar. İş yerinde gruplar hâlinde çalışırız, çocukken grup oyunları