Ahmetcan Aşiri

İdikut Roman


Скачать книгу

bizi devlet olarak kabul etti. Elçi gönderip dostluk dileğini iletti. Bunun nesi kötü?

      – Ben de öyle düşünüyorum! dedi Tora Kaya, – Hakanım! Siz doğru düşünmüşsünüz. Kağanın teminatını yerine getirip onun huzuruna varmak lazım! Attığımız bu adım bence kutsal bir adımdır. Bağımsızlık adımıdır!

      – Anlaştık! Kıtan elçisi Şaykım’ı öldüreceğiz! Kim öldürecek! diye sordu İdikut.

      – Ben! Ben onun kafasını koparacağım! Bana güvenin cenabı hakan! dedi Tarkan yerinden kalkıp, elini göğsüne koyarak.

      – Şaykım’ın kafasını hemen mumyalayın!

      – Baş üstüne hakanım!

      – Bu kanlı baş vasıtasıyla İdikut meselesine çözüm getiririz!

      – Bu aziz vatanımızda ben de yaşıyorum. Vazife büyüktür. Korkmuyorum, gereğini yapacağım!

      – Güzel! dedi Bavurçuk Art Tekin. Kaşını çatıp,

      – Şaykım’ın başı kesilmezse sizin başınız kesilecek! Önceden uyarmış olayım!

      – Başım vatanıma feda olsun! Devleti korumaktan başka yol yok. Fermanınızı canım pahasına yerine getireceğim! Kafasını hiç acı çektirmeden keseceğim! Bunda şek yok. Kargaşa çıkaracak! Bu işin başıma bir bela olacağını da biliyorum. Sizin hiç şüpheniz olmasın! Yaptıklarım ve zaferim sadece vatana olan sevgimden kaynaklanır. Hürriyet güneşi başınızdan eksik olmasın!

      Cesur ve inatçı Tarkan’ın bu sözleri karşısında Bavurçuk Art Tekin hiç tereddüt etmedi.

* * *

      İdikut devletine müfettiş olarak gönderilen Şaykım, Kıtan hanı Çoruk’un güvenini kazanmış paragöz bir adamdı.

      Şaykım, İdikut Devleti’nin Kıtan’a ödeyeceği vergiyi her zaman sıkı denetim altına alıyordu. Son zamanlarda o İdikut’un ödeyeceği üç yüz bin altın, gümüş, iki yüz bin top ipek ve diğer mallar konusunda sorgu başlatmıştı. Daima içki içip sarhoş geziyordu. Geçen sene eşi öldü, Beşbalık’da defnetti. O, kendine İdikutlulardan hiç tehlike gelmez diye düşünüyordu. Bu yüzden kendini yerli zannederdi, bir eş aramak için memleketleri gezdi, dolaştı. Sonunda ince belli, hilal kaşlı bir Uygur kızı Turfan ya da Beşbalık’tan çıkar diye tatlı hayaller kurup bekledi. Uygur kızlarını görmek için her gün tavaf mahalline gider Buda mabedlerini ziyaret ederdi. Ölmüş eşini neden Kıtan’a değil de İdikut toprağına defnetmeyi tercih etti? Bunu sadece kendisi biliyordu. Eşi tanrının bu topraktaki suçlu bir kuluydu, dünyaya geldi, eceli geldiğinde gitti, toprağa gömüldü, o kadar. Eşini toprağa verdiğinde Atay Sali ona taziye bildirdi ve merasimden döndüğünde İdikut’a,

      – Gördünüz mü! Kıtan asla beyhude bir iş yapmaz. Bugün biz hoşgörüyle onun eşinin bu toprağa gömülmesine izin verdik. Her yer Tanrının yeridir, olsun, “Eşinin cesedi horlanmasın.” dedik. Erdemliliğimizi gösterdik. Ama aradan zaman geçtikten sonra bir Kıtan çıkıp da “Mezar bizim, toprak da bizim!” diyebilir. Bunu neden düşünmedik?

      – Siz neler düşünürsünüz üstadım?

      – Onlar, yılları, asırları hesap ediyorlar. Vaziyet onlar için uygun olduğunda “Mezar konuşsun!” diyerek meseleyi hiç tartışmadan halletmek isterler. Bundan hiç şüphem yok!

      Uygurların toprağı, dini ve mezarlar hakkında konuşarak yürüdüler.

* * *

      Tarkan Bilge Buka, iki dövüşçüyle beraber gece, yarısı kerpiçten yarısı tuğladan yapılmış bir eve geldi. Etrafı yüksek kerpiç damla kuşatılmış, içinde; elma, kayısı, şeftali, armut gibi meyve ağaçlarıyla dolu güzel bir bahçe vardı. Bahçıvan ise Uygur’du. Geniş avlunun kenarında üzüm tevekleri vardı öbür tarafında çeşitli çiçekler yetiştirilmişti. Çiçeklerin güzel kokusu kişiyi rahatlatıyordu. Avluya pencereden mumun soluk ışığı geliyordu. Gece misafiri, avluya kedi gibi sessiz adımla girdi ve boğuk sesiyle Şaykım’ın adını bağırdı.

      – Şaykım cenapları!

      Evden ses çıkmadı.

      – Huzurunuza geldik! Mühim vazife! Acil bir vazife var! Dinliyor musunuz?

      Gece misafirleri birer tıkırtı bile duymadı. Öyle olsa da biri kapı yanına geldi, biri kapının arkasına gizlendi.

      Tarkan Bilge Kaya onun bu gün hiçbir yere gitmediğini, evinden çıkmadığını biliyordu. Casusları da onun bugün şüpheli bir şey yaptığını görmemişti. Casusların buraya gelip gidip dolaşıp durduğundan kuşku duyan birisi onu “Dikkatli ol!” diye uyarmış mıydı acaba? Bu kadar bağırmalarına rağmen kimse dışarı çıkmadı, çok tuhaf. Casuslar arasında hain var mı? Hayır, mümkün değil! Onlar Sarayın en güvenilir, en güçlü, en iradeli, en kurnaz yiğitlerinden seçilmiştir, onlardan kuşku duymak Tarkan için büyük hata, tehlikeli bir durumdur. Eğer öyle bir hainlik yaşanmışsa Tarkan Bilge Kaya’nın başı belada! Lakin mesele Şaykım’da.

      Uzak bir sükûttan sonra pencerenin önünde bir gövde belirdi. Bu gövde bir şeyi fark etmiş gibi hemen bir yana çekildi, kendini gizledi. Gece misafirleri Şaykım’ın evde olduğunu anladı, kuşku ve endişeleri azaldı.

      “Uygur dostlarım olmalı!” diye düşündü Şaykım, yavaş yavaş yürürken kadehe şarabı döküp onu bir dikişte içiverdi. “Ooooh! Ne güzel mey bu! İdikut üzümlerinin tadı başka, bu yüzden şarapları da harika! Şimdi Uygur yiğitleri belki beni Mey Bulak meyhanesine götürmek için çağırıyor. Belki de onlar çok sarhoştur. Bu yüzden bir iki defa çağırıp sonra sesleri kesildi.” diye gözlerini oğuşturdu.

      Şaykım bu anda kimseden korkmuyordu. “Gecenin bu vaktinde kim olacak?” dedi, kuşkular aklından çıktı. O her zaman olduğu gibi bugün de sarhoştu. Arada bir, “Birisi beni çağırıyor mu? Uygur dostlarım mı, değil mi?” diyor ve sonra her şeyi unutup oturuyordu. “Evet! Kulağıma böyle geliyor olmalı. Yok! Kıtan elçisine tehlike yok!” deyip gene şarap içmeye devam etti. Vakit çok geçti. Beşbalık’ın çerağları eninde sonunda sönmeye başladı. Şaykım kaftanını sürüyerek terliğini çıkartıp koltukaltına kıstırıp öteki odasına girdi. Bu odaya kendisinden başka kimse girmezdi. Bu gizli odada gizli şeyler saklanmıştı. Yeşim taşından yapılan sandık göz kamaştırıcıydı. Onunla beraber samur kürkü, böken boynuzu, elmas, yakut, mavi ve kırmızı ipekler, güllü kumaşlar, baharat, nişadır tuzu ve başka değerli mallar bulunuyordu.

      O yeşim taşı sandığın önünde diz çöktü. Kepçe gibi ince uzun-boynuna anahtar asmıştı. O, gümüş anahtarlar geçirdiği mavi renkli ince ipi uzun saçlı başından zorla çıkarttı. Her gün bu sandığı bir defa açıp görmeye alışmıştı, bundan haz duyardı. Hatta bundan dolayı uykusu bile gelmiyordu. Her gün yatağından kalktığında boynundaki anahtarı sağ eline alıp evirip çevirip zevkle bakardı, kalın dudaklarıyla öper, diliyle yalaa, sonra onu koltukaltında saklardı. Böylece o güven bulur, işine güvenle devam ederdi. İşte bugün o eski alışkanlığıyla anahtarını okşayıp duruyordu. Sandığı açtı, sandığın sırrı onun içindeydi, orada altın, işlenmiş küpe, yüzük, bilezik ve gümüş eşyalar vardı. O sessizce fısıldadı. “Bunu cenabı Çoruk’a armağan etsem İdikut devletinde devamlı görev yapabilirim!”

      Evet, öyle yapsaydı İdikut’un mallarıyla devamlı olarak Kıtan elçisi olup huzur içinde yaşayabilirdi.

      Evet, o bu düşünceyle yaşıyordu. Bu servetlerde kendisinin de payı olduğunu biliyordu.

      Dışarıdan çok net bir ses duydu.

      – Cenabı