Aladin Şamil

Teselli


Скачать книгу

başları aşağı sarkık… Bu yarıktan geçersen Babuğan yaylasına çıkarsın. Ama buradan geçmek için yerde değil, yüksek duvar kertiği boyunca yürümek gerekir, yoksa su birikintisi içine yığılıp yok olursun… Kök Kartal tepesine çıkınca gözünün önüne müthiş bir dünya serilir. El değmemiş dağlar, vadiler, hoş kokulu çamlar, şelaleler, yabani keçiler, geyik ve karaca sürüleri ve diğer mucizeler artık önündedir.

      Aşağıda Bademlik’in içinde yaşayanların, hemen hemen hepsi fukara adamlar. Yalnız iki kişi var, köyün verimli toprakları onların elinde. Biri Kâzım Bey, Cuma Camii’nin yanında süslü konağın sahibi. Diğeri ise Türk Ekrem bey, uzun tütün hangarlarına ve depolarına bitişik cam verandalı evin sahibi…

      İhtiyar köylülerin anlattıklarına göre, Ekrem bey bu köye eline tek bir mala alıp gelmiş ve sekiz yıl içinde o derece zenginleşmiş ki köyün yarısını ele geçirmiş. Kazım Bey ise babası Resul efendinin vefatından sonra edindiği miras sayesinde bu konuma gelmiş. Bu iki beyin bahçelerinde ve tütün tarlalarında bütün köy maraba olarak çalışmakta.

      Cuma günleri işten çıkan ahâli, kırlardaki kütükleri diplerinden söküp, taşlarından temizleyip mera yahut çayır açıyor ya da oralara buğday saçıyor ve zerzevat dikiyor.

      Ama elde edilen kısıtlı ürün, geçinmek için kâfi değil. O sebeple köylüler tan ağarırken döşeklerinden kalkıp bir dilim ekmeği ve bir sarımsağı bohçalayıp, yüksek dağlara gider, bütün gün geçit vermez yüksekliklere, kayalara tırmanıp, akşam geç vakitte sırtlarında yarımşar çuval fındıkla eve dönerler. Sonraki gün bunları kağnıya yükleyip, dağları aşıp, nihayetsiz çöller ve bitmez tükenmez yollardan geçip Kızıl Yar6 pazarına götürüp satarlar, böylece onmayan– öldürmeyen bir ömür sürerler. Kazandıkları parayla çöl beteri şehirlerden, buğday ve et alır, böylelikle ne yapıp edip bahara kadar hayatlarını devam ettirirler, yaz gelince de onları üzüm ve meyveler kurtarır.

      Tabiat, ömürlerini ağır emekle geçiren bu adamlara acıyor olsa gerek, onlara güçlü bir beden ve dayanıklılık bağışlamış. Bademlik’te yaşı yüz on, yüz yirmiyi aşmış ihtiyarların sayısı az değil. Akşamları köy kahvehanesinde minderler üzerine bağdaş kurup oturarak, ellerinde kahve fincanları sohbet ediyor, babalarının 1812 senesinde Rus Generali Platovnin’in atlı süvari alayında Fransızlara karşı nasıl cenk ettiklerini anlatmayı seviyorlar.

      Kahvehaneye sadece ihtiyarlar değil, gençler de gelir. Burada biri keman, diğeri def çalar. Kimileri Kaytarma7 oynar ya da türkü söyler. Kahvehane önündeki meydandan yükselen oyun ve şarkı sedaları etraftaki kayalıklarda yankılanır. Genç gelinler geç saatlere kadar evlerinin sofalarında oturup uzaktan duyulan türküleri dinler, gecenin ilerleyen saatlerine kadar keyif çatan kocalarını beklerler. Ramazan ayında oruç tutmaya niyetlenenler, sahur vakti yemek yerler, onbeş– yirmi genç, gecenin yarısında minareye çıkıp, hep bir ağızdan ramazan– ı şerif ilahileri okur, ardından tüfeklerle kulakları sağır edercesine ateş ederek, müslümanları uykudan uyandırırlar.

      Allahın ve insanların unuttuğu bu küçük köy, kendi kendine böyle yaşayıp gitmekteyken yirminci asır başında ortaya çıkan ağır vakalar, onu da yakıp yandırdı, dağlıların yüreklerinde heyecanlar doğurdu. Kök– Kartal’a giden yol başında duran Selahattin ağanın iki katlı evinde ve bahçeciğindekiler de bu etkiden uzak kalamadı.

      Selahattin ağa, elli yaşında kuvveti yerinde bir adam. Dağlardan ağaç kesip, onları kızakla eve taşıyıp, arbaş, pulluk, dirgen, tırmık yapar. Marangoz olduğu için komşuları ona Dülger lakabını takmışlar, saçı– sakalı kızıl olduğu için bazı komşuları ise ona Kınalı Selahattin der.

      Selahattin Ağanın evi önündeki küçük yeşil bahçesinde elma, armut, şeftali, kayısı ballanıp olgunlaşmakta, ocaklarında domates, biber, havuç, soğan, sarmısak ve bakla pişip, kıvama gelmekte…

      Selahattin’in bir kızı ve üç oğlu var. Aslında altı erkek evladı vardı; dört yıl evvel büyük oğlu Ayder, bir gece kurt avlamak niyetiyle Göbek– Tekne deresine gitti ve bir daha dönmedi. İkinci oğlu Tevfik, önceki sene öldü. Bunaltıcı bir yaz günü Selahattin Ağa evde değildi, ormana gitmişti. Tevfik evin bahçesinde dolaşırken kayısı ağacının dibinde büyük bir yılan gördü. Eve gelip babasının av tüfeğini aldı, silahı atışa hazır hale getirdi. Sebzelerin arasında yılanı ararken bir anda tökezleyince elindeki silah patlayarak boğazından yaralanıp öldü.

      Şimdi evde üç oğlu, Fikret, Rüstem ve Mithat ile yegane kızı Seyyare var.

      Kınalı Selahattin’in elinden hayatı boyunca bir kerecik olsun baltası düşmemiş, bu sebepten parmakları içe bükülüp kalmış… Elleri nasırlaşıp kabalaşmış, tırnakları çatlamış, kırılmış.

      Selahattin ağa, bu evdeki herşeyi kendi kurmuş, kendi yapmış. Bu sebepten, dişi ve tırnağı ile inşa ettiği bu evin avlusunda, ambarda, ahırda ve kümeste örnek bir tertip sezilmekte. Karısı Tenzile, iyi kalpli, hoş çehreli, tombulca bir kadın. Kocasının katı ve zor, ama kimi zaman da şefkatli ve âlicenap olabilen tabiatına çoktandır alışkın…

      Dülger adeti üzere her gün tan ağarırken kalkar, kızağını koşar, çıkınına bir dilim ekmek ve bir baş soğan koyar, evin işlerini Seyyare’ye bırakıp, oğlu Fikret’le birlikte dağa çıkıp gider.

      Ama eskiden beri ihtiyarlar; kız çocuğu evinin misafiridir! derler. Bahar akşamlarının birinde Selahattin’in evine sağ kaşının yarısı beyazlamış Kurt Şerif geldi. Oturdular, aş yeyip kahve içtiler. Sofra kaldırıldıktan sonra erkek kardeşler yan odaya uykuya geçince, ihtiyarlar gizemli bir fısıltıyla uzun bir konuşma yaptılar. Sabaha Seyyare’nin köydeki boyacı Bilal’in oğluna nişanlanacağı dedikodusu yayıldı.

      Bir kaç ay sonra, fındık ağaçlarının yaprakları bahçede dökülmeye başladığında, dört gün, dört gece düğün yaptılar. Düğün töreninden sonra davul çaldırarak Seraye’yi gelin arabasına oturtup, şairane bir adı olan güzel, saray gibi zengin Kök– Köz köyüne alıp gittiler.

      Evde üç oğlan kaldı.

      O sırada uzak Rusya’da iki seneden beri savaş devam etmekteydi… Birinci Cihan Harbi… Bu meşakkatli günlerin birinde, Selahattin ağayı Volost8 idaresine çağırdılar… Tenzile yenge bütün gün üzüntüsünden bir yerlere sığamadı. Akşam Dülger heyecanlı ve perişan bir halde dönüp geldi. Sofra başında ağzından tek söz çıkmadı. Aşağı inip sigarasını yaktı ve geç vakit olmasına bakmadan komşusu Keski Mustafa’nın evine gitti, epey vakit geçtikten sonra evine dönüp, karanlık odada sedirin üzerine uzanıp yattı.

      Rüstem sofa önündeki duvar boyunca uzanan taş sedire oturmuş:

      – Size ne oldu baba? Keyfiniz yok, dedi.

      Dülger cevap vermedi. Bir süre sonra içerden bir hırıltı işitildi. Tenzile yenge başını sağa sola sallayarak:

      – Görmüyor musun yoruldu galiba, dedi oğluna. Bir belâya mı maruz kaldı diye ben de korktum. Bırakalım uyusun. Yarına kadar tekrar canlanır, sarmısak gibi dirilir.

      – Ben bir şey anlamadım. Tamam uyusun da! Lakin simâsı iyi değil, dedi Fikret, anasına korku dolu gözlerle baktı, aklından kötü şeyler geçti.

      – Bunda bir iş var!

      – Başka ne olabilir ki oğlum? Tenzile yenge gamlı bir sesle sorduğu sorunun cevabını beklemeden odasına gitti.

      Fikret