kuşların cıvıltısı hepten artmaktaydı. Uyandırmasa geç olacak!
– Fikret! dedi yavaştan, Selahattin ağa, oğlunun omuzlarına dokundu.
Oğul gözlerini araladı, babasına baktı baktı, sonra duvara döndü.
– Kalk oğlum, kalk, dedi ihtiyar, omuzlarından sarstı.
Fikret gözlerini açtı.
– Kalk, ormana gitme vakti!
Fikret ayağa fırlayıp kalktı, hızla giyindi, merdivenlerden aşağı sofaya indi. Kilerdeki süt kovasına maşrapayı daldırıp süt aldı, ekmeği ısırırken çarığını ayağına geçirdi ve avluya çıktı. Atının yularından tutu, dağa doğru taşlı– tozlu dik yol boyu yürümeye başladı. Selahattin ağa baltasını ve bohçasını alıp oğlunun ardında gitti.
Güneş Kuş – Kaya ardında yükseldiğinde, baba oğul Kara Fırtına deresine varmışlardı. Biraz soluklanıp kıvrılarak yükselen yokuşu çıkmaya devam ettiler. Kuzgun– Çokrağı9 yolu yeterince dikti. Selahattin ağa su kaynağında atını suvardı, ön ayaklarını kementleyip orman içine bıraktı. “Git, karnını doyur” – dedi. Sonra çıkınını açtı. İri kepekli buğday unundan pişirilen ekmekten bir dilim kesip Fikret’e uzattı, diğer dilimi kendi aldı. Baba ve oğul at arabasının göldesinde oturup ekmeklerini sarmısakla katık edip yediler. Sonra Selahattin kalkıp, at arabasındaki artık ılımış olan su kabından su içti. Baltasını alıp, kalın yüksek sık ağaçlar arasına girdi.
Baba oğul ağaçları kesip, dallarını sıyırdılar, kalın uçlarını çatıp, kütükleri arabaya doldurup eve döndüler.
Bademlik üzerine karanlık çökmeye başladığında avlu kapısı açılmış ve ağaç yüklü araba içeri girmişti.
Akşam yemeğinden sonra, Selahattin ağa kahırlı gözlerini karısına doğrulttu. Karısı onun ciddi birşeyler diyeceğini sezdi.
– Fikret’in köyden gitmesi gerek, dedi.
– Niçin? -diye şaşırdı Tenzile yenge. Bir şey mi oldu?
– Onu askere alacaklar, kaçıp, gitmesi gerek ki kimse yerini bilmesin. Keski Mustafa’nın oğlu Settar da gizlenmek istiyor.
İkisi de sustu, düşüceliydiler.
– Settar, Çar hakimiyetine hizmet etmek istemiyor. Selahattin ağa sözüne devam etti.
– Fikret de onunla beraber olsun… Padişah hazretlerinin bizlere karşı merhametini gördük, ondan bize hayır gelir diye beklemeye hacet yok. Ekrem bey, Kazım bey, elbette bekleyebilirler. Fikret ya Settarla kaçar, yahut benimle birlikte Kızıl Yar’a gelir. Başka çare yok.
– Kızıl Yar’a gitse kurtulacak mı?
– Bilmem, belki … Onbaşının gözlerinden uzak olsun yeter. Biz ana yoldan gitmeyiz, tali yollardan gidersek kimse bizi yakalamaz.
– Ya Çongar’da? Köprüden geçebilecek misin?
– Bir şeyler yaparız… Selahattin ağa lafını kısa kesti, çünkü köprüde yakalanabileceğini düşünmek istemedi.
Tenzile yenge suskun, kocası düşünceliydi. İçeri Rüstem girdi, sessizce eşiğin önündeki kilim üstüne çöktü.
– Bu saate kadar niye uyumadın sen, diye sordu Selahattin ağa. Fikret nerede?
– Kapı önündeler. Settar ağayla duruyorlar.
– Çağır, hemen gelsin!
Rüstem yıldırım hızıyla gitti ve beş dakika sonra içeri Fikret girdi. Babasının gözlerindeki endişeyi, annesinin düşkün halini farketti, evde durumun iyi olmadığını anladı.
– Fikret! – dedi baba yavaştan, ama ona değil Rüstem’e baktı, gidip dışarıyı yoklaması için başıyla işaret etti. Fikret, oğlum!
– Ne diyeceksiniz baba, sizi bir şey mi rahatsız etti?
– Zaman fena oldu. Sen, benim büyük oğlumsun, benim aklım fikrim senin geleceğinde. Ekrem beyin oğlu gibi yaşamanı istemiyorum. Bu cengin nasıl biteceği belli değil, lâkin bittikten sonra da adamlar, “Fikret Çarın tahtı için hizmet etti” derler ise pek kederleneceğim.
– Anlamıyorum sizi, baba!
– “Çar çoktan mağlup oldu” deniliyor. Selahattin istemeden heyecanla söylemişti.
– Nasıl yani?
– Bilmiyorum, lâkin öyle diyorlar. Senin niyetin ne? Nasıl yaşamak istersin? Bunu bilmeliyim.
– İnsanları savaşa gönderiyorlar. Ben nasıl edip kenarda kalırım?
– Nasıl etmeli? Settar oğlunun gözlerine endişeyle baktı. Her şeyin bir çaresi var. Bu savaş sadece fukaraların, bizim gibilerin kanını döker. Öyle diyor Settar. Bu cenkler zenginler için.
– Settar saçmalıyor, dedi Fikret, sesi yükseldi. Dünya yaratıldığından buyana büyüksüz– küçüksüz, aşağısız– yukarısız bir hayat olmadı. Tabiatın kanunu böyle. Birileri çalışır, birileri çalıştırır.
Dülger bir anlam veremeden şaşkın oğluna döndü:
– Ya herkes çalışsa, kimse kimsenin alın terini sömürmese … öyle mümkün değil mi?
– Öylesi, hiç bir zaman olmadı.
– Bizim evimizdeki bu züğürtlük… Zaruret mi?
– Yok. Benim için, zannedersem sizin için de, bir değil birkaç atımız olabilseydi iyi olurdu; çeyrek dönüm değil daha büyük arazilerimiz olsaydı… İşte o vakit hayatın bir anlamı olurdu…
– Kim verecek bize bunları? – Selahattin ağa kollarını iki yana açtı. Ekrem bey mi?
– Bilmiyorum baba, – diye cevap verdi Fikret. Ama onlara sahip olmak güzel.
– Sen genç bir adamsın, Fikret!.. Ama çocuk da değilsin! İyi düşünmelisin? Söyle bana, Settar’la aynı fikirde değil misin?
– Settar kim ki, onun fikrinde olacağım! Keski Mustafa’nın oğlu işte…
– Peki ne konuşuyordun onunla bu kadar uzun?
– O ormana kaçmayı teklif etti.
– Sen ne dedin?
– Kaçmak da neymiş? Bu küçük köyden kaçan beş altı adam ne yapacak dağlarda?
Selahattin ağa, kokulu tütün çubuğundan birkaç nefes çekti, sonra boğuk bir sesle:
– Sen bu hayatta az şey öğrendin. Fikirlerin göklerdeki bulutlar içinde… Diyorum ki, senin saklanman gerek.
– Kimden?
– Onbaşıdan… Nahiye Kurulu’nun denetiminden. Anladın mı? Saklanmazsan seni savaşa gönderecekler. Bana öyle bakma! Sana hakikatleri anlatıyorum. Üç gün sonra seni askere alacaklar. Ben cahil bir adamım ve ihtiyarım… Kazım bey ve Ekrem bey köyün gençlerini askere göndermeye pek kararlılar. Demek ki olara böylesi lazım. Yarın tan ağarmadan köyden gitmen gerek.
– Nereye?
– Ben göstereceğim!
Ertesi gün Fikret evinde değildi. Ortalıktan kayboldu. Babası bir yerlere göndermişti, ama nereye? Bunu kimseler bilmiyordu. Birkaç gün sonra Selahattin ağanın kapısı çalındı, onbaşı avluya girdi ve Fikret’i sordu.
– O Kök Köz Hastanesi’nde yatıyor, dedi Selahattin.
Onbaşı