bir şeye yaslanmadan, iki eliyle uzun sırığı cevizlere vuruyor, oğullarına da öyle yapmalarını öğütlüyordu… Selahattin ağa iyi bir avcıydı. Oğullarını sırasıyla avlanmaya götürür, tavşanı kendisi vurmaz, oğlunu teşvik ederdi. Eğer oğlu ilkini kaçırırsa, başka bir tavşanı avlamadan eve dönmezlerdi. Kuru ve sert topraklarda tavşan izi sürmesini; dağlarda gündüzleri çeşitli kuş seslerini ve geceleri vahşi hayvanların dövüşlerini ayırt etmesini onlara öğretmişti.
Rüstem’in tek merakı avcılık değildi. Onun en sevdiği meşguliyeti ata binmekti. At yarışlarının en ilginci düğün günlerinde olurdu. Köyde mert arkadaşı Mehmet’in düğününe epey hazırlık yapıldıysa da türlü sebeplerden ertelenmişti. Sonra babası demirci Kurtbeddin askere alındı. Sol kolunu kaybeymiş olarak döndüğünde karısına:
– Ayşe, dedi, benim kaç yıl daha yaşayacağım belli değil… Oğlum henüz çok genç olsa da, onu evlendirip, bahtını görmek istiyorum. Onun mürüvvetini, evlendiğini görmek istiyorum.
Bundan sonra Mehmet’in düğün günü belirlendi.
Düğünde çok davetli vardı, komşu Gavr köyünden en namlı üç delikanlı geldi. Lâkin Rüstem sakindi, üç gün üç gece Ak– Taban’ı besledi, atı uzun mesafelere koşturup nefes alışını izledi.
Yarış olacağı gün Rüstem atını avluya çıkardı, kaşağı ve fırçayla temizledi, kuyruğunu ve yelelerini sabunla yudu, kuruladı, kuyruğunu ördü ve ucunu düğümleyip bağladı. Öğleden sonra Cuma Camii’nin arkasından geçen dar sokakta gençler toplanmaya başladı. Rüstem ayaklarına Fikret’in çizmesini giydi, başına da kendi astragan kalpağını taktı ve Ak Taban’ın sırtına atlayıp, davetlilerin toplandığı sokağa gitti. Genci yaşlısı nefeslerini tutmuş, kuyrukları bağlı yarışa hazır atları ve genç yiğitleri seyrediyorlardı. Yarışlara alışık olan Ak Taban düğün ziyafeti verilen evin kapısından geçerken heyecanlandı; kibar başını kaldırıp, öne atıldı sonra geriye çekilip şaha kalktı.
Rüstem, atının dizginlerini çekiyor gideceği yöne çevirmeye çalışıyordu. Bu sırada düğün evinden iki genç kız çıktı. Birinin ipek saçları beline dek sarkmış, diğerininki ise bürümceği altında gizlenmişti. Kızların başlarında altın işlemeli fesleri vardı. Boyunlaından altın ve gümüş takıları şıngırdamaktaydı. İpek saçlı kız, Rüstem’e ve atına baktı, arkadaşına dönüp kasıtlı olarak yüksek sesle:
– Atını pek süslemiş. Anlaşılan en arkadan nal toplayıp gelecek, dedi.
Kızlar kıkırdaşıp gülerek çeşmeye doğru yürüdüler. Yüzleri ipek bir peçeyle kapalıysa da, Rüstem onları hemen tanıdı. Sarı saçlı olan, Gülara’ydı. Yukarı mahalledeki Gaffar ağanın kızı; yanındaki ise Kayışçı Nafi’nin kızı Zemine idi.
Bu şaka Rüstem’e dokundu, arkalarından bağırdı:
– Hangimiz nal toplayacak göreceğiz, ben mi yoksa ağan Veysi mi?
Kız durdu, yüzünü azıcık açtı:
– Ağam köye geldiğinde, siz Tarakçı Ali’nin evi yanında olacaksınız!
– Yanılıyosunuz, dedi yiğit, sonra alçak bir sesle sordu: Ya siz Gülara, düğünden niye ayrılıyorsunuz? Ne aceleniz var?
– Niçin soruyorsunuz?
– Yani, dedi Rüstem, kekelemeye başladı Ben bişey diyecektim de…
Gülara şakacıktan:
– Bana mı? Pek acelecisiniz. Haliniz belirsiz. Koşudan nasıl geleceğiniz belli değil!
– Şüpheniz mi var?
– Şüphem yok, öyle olacağından eminim!
Gülara yüzünü peçeyle yeniden örttü. Zemine’nin koluna girdi ve uzaklaştılar.
Önce çalgıcılar, ardından misafirler sokağa çıkıp, çeşmeye doğru yürüdüler. Meydanda halk toplanmıştı, yirmi genç atlarına binmişlerdi, davul ve zurna eşliğinde üçerli sıra oluşturdular, posta yoluna doğru yöneldiler. Genç kızlar kendi aralarında şu ya da bu oğlanı gösterip birbirlerini dirsekleriyle dürterek gülüşüyorlardı. Her biri kendi sevgilisinin yarışta birinci olacağını iddia ediyordu.
Atlılar Asma– Kuyu sokağında sıraya girdiler.
Çeşme önündeki meydanda oyun başladı. Davulcular tokmaklarını aynı ritimle vurmaya başladı. Yüz yaşındaki ihtiyarlardan en küçük çocuklara kadar herkes oynadı. Seyirciler oynamakta olan genç kızların fesleri ve oğlanların kalpakları altına kâğıt paralar kıstırdılar.
Düğünde şarap içip keyiflenen gençler, bellerinden silahlarını çıkarıp havaya ateş ettiler.
Ekrem Bey’in arabacısı Veli ile sünnetçi Osman’ın oğlu İbrahim halkaya girip, ellerini yukarı kaldırarak, Ah Benim Turnam oyunu oynadılar. “Aşağı in!” deyince çömeliyorlar, “yukarı kalk!” deyince kalkıyorlardı.
Bu oyun esnasında iki neşeli köylü, düğün evinden çeşme meydanına iki fıçıyı yuvarlayıp getirdiler, erkeklere şarap ikram ettiler.
Bu şenlik en üst seviyedeyken sesler birden kesildi, herkesin bakışı onbaşı Abdurrahman’a çevrildi.
– Kamçısını havada sallayıp
– Bu nasıl şamata, -diye kemçirdi. Bu nasıl aymazlık? Cephelerde adamlar padişah uğruna canlarını feda etmekteler… Ya siz… burada keyif çatıyorsunuz! Tez çalgıyı toplatın!
Çeşme meydanına bir ölüm sessizliği çöktü ve bu durum epeyce sürdü. Nihayet cemaâtin ortasındaki halkayı aralayıp Selahattin ağa çıktı:
– Abduraman dedi, ardından boğuk bir sesle konuşmaya devam etti, hepimizin oğulları silah altına yollandı. Senin için böylesi azgeldi de bir hafta evvel cephede tek kolunu kaybeden Kurtbedin’in oğlunun düğününü mü yasak edersin?
– Sen sus Selahattin, diye haykırdı onbaşı. Ben senin kim olduğunu bilirim. Sen iktidarın düşmanısın! Zaten seni Sibirya’ya sürmek lâzım!
– Evet bunu yapabilirsiniz, dedi Dülger, bu sizin için kolay bir şey.
– Yeter, karabacak, diye bağırdı onbaşı.
– Yosunlu yeşil bir taşın üstünde oturmakta olan aksakallı Vacip, – Oğlum, yüreklerimiz keder dolu. Cemaât, bedbaht halde. Kurtbeddin şu haliyle oğlunun düğününü yapıyor. Bu düğün kanuna karşı dersin! Allah senin cezanı vermez mi?
– İmparatorluk azap içinde, siz ise davul zurna eşliğinde oynarsınız, dedi, ihtiyar Vacip’e bakıp onbaşı. Kurtbeddin cepheden bir kolunu kaybederek geldi bu doğru, ama köye hastalık getirdiği de doğru. Her gün köyün erkekleri dağlara kaçmaktalar.
– Kurtbeddin değerli biridir, dedi Vacip, onu suçlaman doğru değil!
– O değerli adamın dili pek uzun.
– Allah yazısı. Er kişiye bir ölçü dil bağışlamış. Senin dilin kısa … Lakin bizim başımıza ne kadar belâlar getirdi bilir misin?
– Vacip Ağa, diye öfkeli bir halle dişini gıcırdattı, öyle ki onbaşının boyun damarları şişip kalktı. Ben hükümet temsilcisiyim! Beyaz sakallarına hürmetim olduğuna bakmadan, sizi…
– Sibirya’ya sürerim mi, demek istiyorsun? Beni Sibirya’yla korkutamazsın. Ben orda oldum… iki defa. Aşımı yedim – yaşımı yaşadım. Ben, Abdurrahman, senin deden Nezir’in gençliğini bilirim.
Onbaşı elindeki