Muhittin Gümüş

Kalemin İzindekiler


Скачать книгу

kimileri de inci kefali gibi akıntıya karşı yoluna devam ediyordu. Orhan ve arkadaşları aslında tam da inci kefali gibiydi. Bu akarsu onların gelecekte de var olabilmelerinin, ülkenin kaderinde rol alabilmelerinin yegâne yoluydu.

***

      Orhan, sunacağı seminer konusunu özetledi ve el yazısıyla dört sayfaya sığdırdı. Önce sesli okudu, sonra birkaç kez sessiz okuduktan sonra seslice arkadaşlarının huzurundaymış gibi anlatırken ev arkadaşı Celal ve Recai de dinlediler.

      – Söyleyin bakalım arkadaşlar! Siz olsanız konuyla ilgili neler sorarsınız?

      – İstersen soruları semineri sunduğun zaman soralım Orhan. Daha doğal olur, yoksa bunlar danışıklı soru soruyorlar derler.

      – Recai kardeşim, haklısın da bizim ev arkadaşı olduğumuzu kaç kişi biliyor ki?

      – Yarın seminere Muzaffer de gelecek. “Konunun nasıl tartışıldığını görmek isterim.” demişti. İlahiyatçılar arasında farklı fikir sahipleri pek azdır. O sebeple tartışmalardan tat almıyorum diyor her sohbetimizde. Biz de öyle sanıyoruz. Senin bir yorumun olacak mı Celal?

      – Harf İnkılabının 10. Yılı Üzerine Düşünceler” derken “inkılap” kelimesi yerine “devrim” kelimesini kullanmamız hâlinde konu başka mecraya çekilir mi, çekilmez mi? Bunu da düşünmek lâzım. Eski kelime, yeni sözcük, öz Türkçe falan filan… Çeyrek asır sonra belki de güleriz bunlara. Almancada böyle bir sorun yoktur herhâlde.

      – Benim kanaatime göre metnin ve eser sahibinin diline saygı göstermek daha mantıklı değil mi? Nutku sadeleştirmişler, vallahi çok gülünç olmuş. Hiçbir şeyin taklidi orijinalinden daha iyi değildir sevgili kardeşim. Bakarsın yeni nesil anlamıyor diye İstiklal Marşını, gençliğe hitabeyi vs. millete mâl olmuş birçok eser sadeleştirme düşüncesiyle katliama uğrar bu gidişle. Eser sahipleri yeniden dirilseler ‘Bunu ben yazmadım ve söylemedim!’ der, kesinlikle. Bu tip çalışmalar dildeki kültürel unsurları köksüzleştirir.

      – Doğru söylüyorsun. Sabah ola hayrola. Ödevi veren Hamza Bey hocamız da Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Hasan Eren’le birlikte Anayasa Sözlüğü hazırladılar.

      Anayasa henüz üç yıl önce yazıldı ve kabul edildi ama halk anlasın diye bir de sözlük hazırladılar Orhan.

      – Bu da başka bir komedi değil mi, dil tarihimizde. Bunun günahı Anayasa Sözlüğü hazırlayanlarda değil, anayasayı bu kadar anlam duruluğu olmayan bozuk bir anlatımla yazanların, hazırlayanların suçudur. İçeriğindeki sürekli yasaklayıcı anlayışın hâkim olduğu anayasa %92 ile kabul edildi netekim!!! Nitekim yerine “netekim” diyerek konuşan devlet başkanı rakipsiz tek aday olarak demokratik(!) ölçütlere uygun biçimde referandumla seçtirdi kendini. Demokratik(!) anayasamızın dili maalesef çok bozuk! Yıllar sonra biri gelir de düzeltirse ne âlâ, yoksa bu anayasa uğraştırır durur bu milleti.

      – Yarın bu yorumları da konuşmana eklesene yahu!

      – Siyaset yapmayın diye keserler lafımızı. Şimdilik bundan fayda elde edemeyiz, sonuç çıkaramayız. Haydi, hepinize iyi geceler…

***

      Orhan, sabah kahvaltısından sonra akşam hazırladığı seminer notlarına tekrar bir göz attıktan sonra erkenden fakültenin yolunu tuttu. Seminer dersinden önce başka bir sınıfın dersi vardı amfide, onlarla derse girip sınıf arkadaşlarından önce kürsüye çıkıp sırayı kapmak istemişti ve ders bittiğinde sınıf arkadaşları telaşla amfiye girdiklerinde kürsüde Orhan’ı görenler şaşırdı. “Aaa.. Ne zaman girdi de kürsüyü kaptı?” diyenleri tebessümle izliyordu. Dersin Hocası Hamza Bey içeri girdiğinde ilginç bir diyalog yaşandı:

      – Ooo beyim! Kürsümüzü işgal etmişsin. Sen kürsüde olduğuna göre senin yerine de ben oturayım. Yerin neresiydi?

      – Hocam, seminer sunma sırası bulamıyoruz, o sebeple erken gelip kürsüye çıktım. Şu orta kısımda Recai ile Celal’in oturduğu kısımda otururdum genellikle.

      – Peki, o zaman ben de oraya oturayım. Seminer konusunu tahtaya yaz ve anlatmaya başla lütfen.

      – Sayın Hocam ve değerli arkadaşlarım!

      Bugün sizlere Faik Reşit Unat’ın “Harf İnkılabının 10. Yılı Üzerine” adlı konuşmayı sunacağım. İçinde bulunduğumuz bu salon, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ders dinlediği bir salondur. Onun Türk milletinin gönlündeki yerini hatırlamak ve hatırlatmak aslî vazifelerimizdendir. Gençliğe Hitabesini okuyan her Türk genci tarihimizin önemli bir bölümünü kavrar, sorumluluklarının bilincinde olur. Atatürk’ün yaptığı her işe inkılap ya da devrim demek yanlıştır. Türk Dil Kurumu ve Tarih Kurumunu kurması en ciddi icraatlarının başında yer alır. Onun asıl inkılabı Cumhuriyeti ilân etmesidir. Bildiğiniz gibi Türk kültür hayatında önemli değişimlerden ve dönüşümlerden biri de harf inkılabıdır. Karahanlılar döneminden itibaren Türklerin İslâm dinini kabul etmesiyle birlikte Arap alfabesi kullanılmaya başlanmıştır. 1928 yılına kadar yaklaşık bin yıl kullandıkları alfabenin Türkçenin ses yapısını karşılamada yeterli olmadığı düşüncesiyle, gelişmiş Batı’yla daha kolay ilişkiler kurulması vb. amaçlarla harf inkılabı yapılmıştır. Konuya biraz eskilerden başlamak gerekirse, Tanzimat döneminin ortalarında 1862 yılında Münif Paşa ve Azerbaycanlı Mirza Fethali Ahundzâde tarafından dillendirilmeye başlayan Türkçede harf inkılâbı konusu sonraki dönemlerde sürekli tartışılan bir konu hâline gelmiştir. Eğitim ve öğretim meselesinin bir parçası olarak düşünülen alfabe değişikliğini II. Meşrutiyet’in ilanına kadar çok açık biçimde ileri sürülemeyen bu görüşü Hüseyin Cahit, Celal Nuri, Abdullah Cevdet, Cenap Şehabettin gibi şahsiyetler savunuyordu. Türkçenin Arap harfleri ile yazılamayacağını, dilimizin Lâtin harfleriyle daha iyi ifadesini bulacağını öne sürmekteydiler. Enver Paşa’nın da alfabe konusunda farklı görüşleri vardı fakat onun düşüncesinin hedefine ulaşacağı bir dönem değildi. 24 Şubattan 26 Mart 1926’ya kadar devam eden ve Bakü’de düzenlenen Birinci Türkiyat Kurultayında bütün Türk toplulukları Lâtin alfabesini kabul etmişti. Bu Kurultayda Almanya, Macaristan, Finlandiya, Çin ve İran’dan da çok sayıda lisaniyat âlimi vardı. Türk kavimlerini temsilen Yakut, Çuvaş, Başkurt, Tatar, Karaçay, Kumuk, Nogay, Karakırgız, Özbek, Kaşgarlı Uygur, Türkmen, Kırgız ve daha bir çok kavmin temsilcileri vardı. Theodor Menzel Almanya’yı, İstanbul Darülfünuna bağlı Edebiyat Fakültesi Reisi Köprülüzade Fuad Bey ve aynı Darülfünunun Tıp Fakültesi müderrislerinden Doktor Hüseyinzâde Ali Bey Türkiye`yi temsil ediyorlardı. Kurultayda Lâtin esaslı alfabeye geçiş kararından sonra Türkiye’nin de kardeş halklarla aynı alfabeyi kullanması elzemdi. Buna rağmen birçok ilim ve devlet erbabı da karşıydı harf inkılabına. Gazi Mustafa Kemal’in 1928’deki kararlı ve dirayetli davranışıyla harf inkılabı gerçekleşmiş, kısa zamanda uygulamaya geçmiştir…

      Orhan, aslında her öğrenciye tanınan 15 dakikalık sürede konusunu anlatması gerekiyordu. Hamza Bey onun hitabî konuşmasını beğenmiş olmalı ki, “Devam et, devam et!…” dedikçe coşkuyla devam etti konuyu sunmaya. Kocaman amfideki yaklaşık 150 öğrencinin Orhan’ı pür dikkat dinlediği esnada yakın arkadaşlarının yüzlerindeki tebessüm, gurur ve heyecan görülmeye değerdi. Bir ara göz göze geldiği Hocasının da aynı mütebessim hâlini gördüğünde coşkusu ve özgüveni tavan yapmış olarak önündeki notlara bakmadan anlatmaya ve yorumlarına devam ediyordu. Orhan, son cümlesini söylediğinde daha önce hiç olmamış bir biçimde büyük bir alkış koptu sınıfta. Bu biraz daha devam etseydi Hamza Bey de rahatsız olacaktı, alkışlar abartılmayıp tadında sona erince yadırgamadı. Orhan’daki heyecan asıl sunumdan sonra başlamıştı. Sorular sorulacak ve yorumlar yapılacak, belki de tartışma kültürünün