Muhittin Gümüş

Kalemin İzindekiler


Скачать книгу

örneğiydi. Ev sahibi Vural Bey, Sanayi Bakanlığında üst düzey bürokrattı; bazen kiranın yarısını iade ederek “Sizin ihtiyacınız daha çok bu paraya.” diyen gözü gönlü tok hayırsever bir kişiydi. Bazı komşular bekârların orada kalmasından rahatsız olsa da onları tanıyanlar kimseyi rahatsız edecek tavırları olmadığını görünce de selamlaşıp hâl hatır sorarlar; hatta onlara zaman zaman pişirdikleri yemeklerden ikram ederlerdi. Özellikle ramazan ayında oruç tuttuklarını anlayan bazı komşular iftara davet edip sahur için de yemek göndermeye başlamışlardı. Orta hâlli geleneksel aile yapısını koruyan, genellikle muhafazakâr ve milliyetçi görüşe mensup ailelerin yaşadığı Keçiören semtinin o yıllardaki genel karakterini yansıtan mahallede çokça şeyler yaşadılar. Bir gün apartman yöneticisi Yozgatlı Ramiz -kızlarını kıskandığından olsa gerek- gençleri toplayıp “Bir an önce burayı terk edin!” demek için hazırlanırken ne olduysa birdenbire iftar yemeğine davet etti. Orhan bu durumu fark edip sordu:

      – Ramiz amca! Davet ederken tavrınız bambaşkaydı. Bizimle akşam bahçede görüşeceğinizi söylerken tavrınız sertti; korkuttunuz bizi. Şimdi ise birden kendimizi sizin iftar sofranızda bulduk. Hayırdır inşallah!

      – Bak evladım. Ben uzun yıllar yokluklar içinde yaşayıp çalıştım çabaladım ve orta hâlli bir işçi oldum, bugünlere geldim. İlkokuldan sonra okuyamadım, okula gidenleri gördükçe imrenirdim. Giyimlerine, tavırlarına, konuşmalarına ve neşe içinde güle oynaya gezmelerine özenirdim. Sizinle bir bağ kurmak istedim ama onu beceremedim. Nasıl ve ne şekilde davranacağımı bilemedim. Sevgimi de nefretimi de anlatmakta sıkıntım oluyor. Kızlarımı sizden kıskandım, ama yengeniz Naciye, “Meral kızımın ödevlerine yardım ettiler, ders çalıştırdılar ve yavrumun derslerindeki başarısı arttı. Teşekkürnâme aldı kızımız bu çocuklar sayesinde.” dedi. Büyük kızımız Nuran ise okumak istedi ama okuyamadı, sizlerle yaşıt sayılır. Ona da münasip bir iş bulabilsek belki bahtı açılır. Biz cahil adamız. Duygularımızı anında anlatırsak ne âlâ, yoksa hep sert konuşup kalp kırarız. Mübarek ramazan ayının hürmetine davetimize geldiniz; sağ olun. Bundan sonra size kimse yan bakamaz burada.

      – Ramiz amca… Davetiniz için biz teşekkür ederiz. Bizim kimseye zararımız olmaz, aksine faydamız olur. Bizim de ailemiz sizden farklı değil. Aynı toprağın insanıyız. Bizden yanlış bir hareket göremezsiniz. Bakın, bizim üstümüzde oturan Fevzi amcanın ikiz kızları var, selamlaşırız onlarla. Onlar da Üniversite öğrencisi. Bahçede oturup ders çalışırız. Bunda yanlışlık yok. Fakat çevrede cahiller olabilir, işte onlar yakıştırma yapabilir, sıkıntı çıkmasını istemeyiz.

      – Fevzi ağabeyin bu ikizleri de son sınıfta öğrenci ama onlardan da önce yine kız ikizleri vardı. Birkaç yıl önce gelin olup gittiler. Adamcağızın iki hanımından da ikiz kızları oldu. Böylece dört kızı var. Cennetlik adam yahu…

      Celal söze girerken biraz da heyecanlıydı. İnce tiz perdeden çıkan sesiyle:

      – Fevzi amcamız eski Ankaragücü futbolcusuymuş, bize ara sıra anlatıyor. Çok hoşsohbet bir insan olduğunu gördük. Ramazan girdiğinden beri pek sakin görünüyor. Neden acaba?

      – O, ramazan ayı haricinde her akşam kafayı çekmeden eve dönmez. Mübarek ayın hürmetine böyle sükûnet içinde duruyor.

      – Geçenlerde burnu kanadı, kanama durmayınca Numune Hastanesine biz götürdük de kurtuldu. “Erkek evladım olmadı.” diye içiyorum demişti. Eve döndükten sonra bizden çok memnun olduğunu söyledi.

      – Gençler! Allah orucunuzu kabul etsin. İnşallah uygun zamanda yine soframıza bekleriz.

      Beklenmedik davetten mutlu bir şekilde ayrılan gençler, böylece yeni davetlere adım atıyordu. Türk insanının derunundakileri anlatması bile sorun. Kimisi söz ustasıdır, kimisi de “Ben çok güzel şeyler demek istiyorum ama anlatmaya söz bulamıyorum…”, der. Kimisi de doğru sözü yanlış zamanda, yanlış yerde söyler. Ramiz amcanın durumu aslında öyledir ve Ramiz amcalar hep vardır bu memlekette.

***

      Üniversite öğrenciliği pek de kolay geçmiyor Orhan için. Her öğrencinin derdi de başka, derdinin dermanı da başka. Kendi hâline şükrederken bir yandan da derslere eksiksiz devam ediyordu. Arada bir şehrin parklarına ve değişik semt ve mahallelerine gidip insan manzaralarını seyretmeyi seviyordu. Bir gün Ankara kalesine, başka bir gün Bahçelievler’e, bir hafta sonu Çankaya semtini gezdiyse, takip eden hafta Mamak’ta Boğaziçi Mahallesine gidiyordu. Ekonomik ve kültürel bakımdan farklı yerleri gezerken ülkenin değişik insan davranışlarına şahit oluyor ve böylece gözlemde bulunup kendince gelecekte sosyolojik yorumlar yapmak için birikim sağlıyordu. Arkadaşları bazen merak edip gerçekten niçin çok farklı yerleri geziyorsun, böylece ne elde etmek istiyorsun? diye soruyorlardı. Orhan’ın Ankara’daki eğitim hayatı yoğun geçse de zaten bu şehir içi gezilerini yaparken bedenen olmasa da zihnin ve ruhen dinleniyordu, en azından öyle hissediyordu. Kendisiyle musahabe hâlindeyken ummadık sözleri ve olayları hatırlıyordu. Orhan’ı ara sıra fakültede bazen de evinde ziyaret eden İlahiyat Fakültesi öğrencisi olan çocukluk arkadaşı Muzaffer de benzer yorumlar yaparken öyle demişti. Her zamanki gibi aralarında geçen bir konuşmada yaşamaktan maksat nedir ve hayattan ne anladıkları üzerine konuşurlarken Orhan Muzaffer’e:

      – Yaşamak nedir sence?

      – Yaşamak; hissetmektir. Hissetmediğinde “yoksun” demektir.

      – Çok hissediyorsa insan ne yapmalı?

      – Çok hissediyorsan, çok yoğun duygular yaşıyorsun demektir. Henüz derinlere gidecek ehliyete sahip değiliz. Bir gün elbet cevapsız sorulara kendimiz cevap veririz. Yine de cevap bulamazsak bilenleri aramakla geçer ömrümüz. Çok okumalıyız çok… Felsefe okumalıyız, düşünmeyi ve düşündüklerimizi anlatmayı öğrenmeliyiz. Henüz çok göğbaşız biz yani hamız kardeşim.

      – Bir yanda varlık, bir yanda yokluk içinde bir hayat var bu şehirde. Özlemlerim var benim; bizim yörenin ifadesiyle bazı şeyleri pek göresidim vallahi.

      – Nedir Orhan o göresidiğin şeyler?

      – Adım attığımda her kapıdan aynı yağın, aynı aşın, aynı ekmeğin kokusu gelsin burnuma. Zenginle fakirin sofrasında çok fark olmasın. Ekmeğin, cevizli-haşhaşlı çöreğin kokusu ile kömüş yoğurdunun lezzetini göresidim.

      – Azizim, sen geleceğe bak. Takılma bunlara… Bu şehirde ortak olan bir koku yok, kokular var; benzin, mazot, yakıt kokusudur. Kış gelince de berbat kömür ve is kokusudur. İster beğenirsin ister beğenmezsin. Bizim oraların çiğdem, menekşe ve nevruz çiçeklerinin, ardıç ağaçlarının kokusunu daha çok özleyeceksin.

      – Tabiat yerine beton ve taş yapılar arasında bir de içindekileri düşünürsek vay hâlimize… Aslında yokluklar içinde büyük zenginliklere sahip olduğumuzu elbet bir gün daha fazla hissedeceğiz. O zaman köyümüzün ormanı, suyu, havası, dağı, taşı hissedildikçe yaşadığımızı da hissedeceğiz.

      – Orhancığım! Nostalji diye bir kavram var, bu aralar moda oldu her konuşmada bu sözü kullanmak. Geçmişe özlem duygusu olarak ifade edersek herkesçe anlaşılır. Henüz genç bir üniversite öğrencisiyiz! Geçmişimiz ne kadar ki? Şimdilik geleceğe bakalım geleceğe…

      Ders çalışmaktan başka ilgi alanı bulamayan Celal ise babasının yaşadığı sıkıntıları hissettirmemeye çalışsa da derdini paylaşacağı tek kişi Orhan’dı. Liseyi de devlet parasız yatılı öğrencisi olarak birlikte okumuşlardı. Kader birliği yapıp imkânlar çerçevesinde yine beraber okuma gayretindeydiler. Hemşerisi Ali Şakir, Hukuk Fakültesi öğrencisiydi. Arada bir konuşmaları, ziyaretleri Celal’i rahatlatsa da hafakanların bastığı