teşekkür ederim Hocam. Müsaadenizle ben çıkayım. Hoşça kalın.
– Güle güle Semra.
Semra’yı dışarda bekleyen Orhan, Celal ve Süleyman merakla:
– Nasıl oldu? Neler konuştunuz? Bu adam pek sert karakterli diye konuşur arkadaşlarımız. Kızmaya bir bahane bulmadı mı?
– Gayet nazik karşıladı ama görünüşü çok ciddi. Orhan ve Celal, siz kendi danışmanınızı bulamadınız değil mi?
– Bu katta öyle bir isim yok. Acaba başka bir yerde mi odası? Kime soralım Süleyman?
– Arar buluruz. Merak etmeyin. Bugün nasıl olsa ders yok. İlk derse kadar işlemler tamamlanır. Siz de işinizi halletseniz iyi olur. Kafan rahatlar Orhan. Ben bugünün işini yarını bırakmam kardeş.
– Peki, hemen soralım şu kat görevlisine.
Kat görevlisi, Kayahan Beyin odasının giriş katın altındaki TÖMER ve Antropoloji Müzesinin olduğu yerde olduğunu söyledi. Gittikleri yerde çekik gözlü, zenci, Arap, Avrupalı değişik ırklardan insanlar vardı. Anlaşılan orada Türkçe öğreniyorlardı. Kayahan Bey’in odasını buldular ama odadaki diyalog çok ilginçti. Orhan’la Celal elindeki pelürlerle içeri girdiğinde Semra’yla Süleyman dışarıda bekliyorlardı. Orhan’ın tereddütlü girişi kafasını karıştırdı o an. “Bu adam doçente benzemiyor ama neyse soralım hadi!” dedi:
– Şey… Kayhan, Kayıhan, Kayahan Beyle görüşecektik. Hocanın adını karıştırdım galiba. Siz misiniz?
– Hayır! Kayahan Bey şu anda yok. Siz yabancı mısınız?
Celal ve Orhan birbirine bakıp biraz duraksadıktan sonra hemen Celal:
– Şey… Evet… Tabii yabancıyız.
– Şu yan tarafta TÖMER var, oraya gidip kaydınızı yaptırın. Şefika Hanım yardımcı olur.
Orhan hiç cevap vermeden şaşkın biçimde çıktı. Semra ile Süleyman’ın meraklı bakışları arasında ne diyeceğini bilemedi.
– “Şu yan taraftaki TÖMER’e gidin, kayıt yaptırın!” dedi adam.
– Aman, sizi yabancı uyruklu mu sandı yoksa?
– “Yabancı mısınız?” diye sordu. Celal de “Evet!” dedi ve çıktık.
Süleyman kahkahayla karşıladı bu durumu.
– Yahu kardeşim siz yabancı mısınız ki? Ne işiniz var TÖMER’de?
Celal de bu komik duruma:
– E ne yapalım? Ankaralı değiliz anlamında, buraların yabancısıyız düşüncesiyle evet dedim. Ayrıca hiç doçente de benzemiyor adam. Aman boş verin! Bugün tekrar gitmeyelim o kapıya!
Celal, Orhan ve Süleyman, Semra’yla vedalaşıp ayrıldılar. Daha sonra fakültede bilinmesi gereken yerlerin tamamını Süleyman’dan öğrenen Orhan’ın en çok ilgisini çeken yer kütüphane oldu. Çok değerli elyazması eserlerle binlerce tarihi kitabın bulunduğu kütüphanedeki koruma önlemlerinin ciddiyeti dikkatini çekmişti. Süleyman’la daha sonra aralarında iyi bir samimiyet başlamıştı. Taşova’ya bağlı Uluköy’den Ankara’ya gelen, güler yüzlü ve her hâlinden mütevazılığı belli olan Süleyman, Orhan’ın da çok iyi bildiği kendi topraklarının insanıydı. Onun fakülteye adım atar atmaz ilk tanıştığı öğrenci olmasına pek de hayret etmişti.
– Sekiz bin öğrencisi olan fakültenin bahçesinde ilk rastladığı insanın hemşerisi çıkması pek de rastlanır bir durum olmasa gerek. Süleyman kardeşim, Uluköy’ü biliyorum ben. Birkaç kez gittiğim kasabanızda liseden arkadaşım Salih ve Hasan vardı. Onları ziyaret etmiştim. Okuyan insanları çok diye anlatırlar. Hatta çocukluğumda hayal meyal hatırladığım köyümüzde öğretmenlik yaparken evimizde iki yıl kalan Nihat Özbilgin öğretmen de sizin Uluköy’dendi.
– Maşallah Orhan. Sen bizim Uluköy’ü benim kadar biliyorsun galiba…
– Galiba deme… Ellâm desene!
– Sen dilci olacaksın. İleride “ellâm” sözünün nerden çıktığını, nasıl oluştuğunu da öğrenirsin ve bize de anlatırsın değil mi?
– Lisedeki edebiyat hocam da bu fakülteden mezun olmuş. Muammer Turhan Hocamız bu sözün Allahualem (Allah bilir) kalıp sözünün galatı meşhur hâlidir demişti.
– Çok ilginç kardeşim… Sen fakülteye hazır gelmişsin.
– Senin tecrübenden faydalanarak daha iyi olmaya gayret edeceğim inşallah…
İlk ders çarşamba günü saat 9.30’da 105 numaralı amfide yapılacaktır. Ramazan Kaplan hocanın dersine herkes gelmiş. Çok kalabalık. Yeni kayıt olan 157 öğrenci, çok kalabalık. O yetmezmiş gibi üst sınıftayken başarısızlık nedeniyle tekrara kalan öğrencilerle amfi dopdoluydu. Herkes yanında oturanla tanışıyor. İlk ders heyecanıyla kalbi pır pır eden gençlerle doluydu Dil-Tarihin 105 numaralı en büyük dersliği. Ders saati geldi çattı. Hızlı adımlarla açık renk takım elbiseyle sınıfa gelen hoca hışımla:
– Susun bakalım! Biz eşekbaşı mıyız? Oturun yerlerinize!
Herkes öğrenciliğinin ilk dakikasında fena bir muameleye maruz kalmıştı. Hakikaten fena bir durumdu. Kızgın Hoca, bakımlı ve briyantinli saçlarıyla dikkat çekiyor, çok havalı biri olduğunu hissettiriyordu. Sözlerine yüksek sesle şöyle devam etti:
– Benim derslerimde ciddiyet isterim! Bir sorunuz varsa hemen sorun, yoksa derhal derse başlayacağım!
O kadar hışımla gelip bağırıp çağıran adama kimse soru sorar mı? diye düşünürken, sonradan adının Suat olduğunu öğrenilen öğrenci:
– Hocam, Yeni Türk Edebiyatına Giriş dersinde hangi ders kitaplarını kullanacağız? Hangi konuları işleyeceğiz?
– Yeni Türk Edebiyatı da nerden çıktı? Bizim dersimiz Farsça değil mi arkadaşlar?
Sınıfın tamamı birden:
– Hayır Hocam! Burası Türk Dili ve Edebiyatı bölümünün birinci sınıfı!” dediklerinde Farsça hocasının sınıftan çıkışına değil, âdeta kısa metre koşucusu gibi hızla gidişine şahit olmuşlardı bütün öğrenciler. Çok kısa süre sonra sınıfa giren Ramazan Bey, işinin ehli, nur yüzlü, ciddi ve edebiyatı sevdiren biri olduğunu hissettirmişti.
İlk dersten sonra Orhan, danışmanı Kayahan hocayı nihayet bulmuştu. Bir gün önce odasında gördüğü hoca farklıydı. Kayahan Hoca ince yapılı, şen şakrak bir insandı. Orhan’ı TÖMER’e göndermeye çalışan hoca ince bıyıklı, alnı geniş, çenesi dar, beyaz tenli birisiydi. İşlemlerini yaptırdıktan sonra Öğrenci İşleri Müdürlüğüne gitti. Ders alma kartını verdiği memur, kayıt esnasında karşılaştığı Mehmet Bey:
– Orhancığım! Sen bu bölümü Türkiye birincisi olarak kazandığını biliyor musun?
– Hayır, nerden bileyim ki ağabey?
– ÖSYM’den gelen listeye göre en yüksek puan senin. Tebrik ederim, inşallah bölümü de başarıyla bitirirsin. Bu puanla başka fakülteleri de kazanabilirdin.
– Sağ ol Mehmet ağabey. Bu bölüm istediğim bölümdü. Çalışmaya ve başarılı olmaya gayret ederim.
Fakültede derslerin yoğunluğu, ortama alışma, arkadaş çevresi oluşturma, ödevler vs. derken günlerin nasıl geçtiğini anlamak imkânsızdı. Orhan, üç arkadaşıyla kiralık bir evde yaşıyor, onların her biri farklı üç karakter