Muhittin Gümüş

Kalemin İzindekiler


Скачать книгу

Sen aslında sakin bir insansın, baş edersin. Üstelik hitabetin ve diksiyonun da iyi sayılır. Hamza Hoca mutlaka dikkat eder telaffuza, vurguya, ifadenin akıcılığına diyordun. Bunların hepsi sende var. Sen tam bir Türkçe sevdalısı bir adamsın kardeşim. Daha önce tartışmalara girdin mi?

      – Hayır girmedim. Bundan dolayı da çok ustalıkla eleştirildim. Seninle buluşmadan önce Semra diye bir arkadaşımız var; o söyledi. Bunca bilgi ve yeteneği, potansiyelini neden kullanmıyorsun diye adeta beni hâkim gibi sorguladı. Hiç beklemezdim ondan…

      – Doğru demiş Semra. Gelecekte meslek hayatında nasıl açılacaksın? Öğrenci ve toplum huzurunda konuşacaksın ama nasıl? Belki münazaralarda, ilmî, felsefî ya da toplumsal konularda hatta dinî mevzularda fikrini, ilmini, bilgini sunmalısın ki faydalansınlar. Bu seminer konusunu sunacağın gün ben de geleyim dersinize. Sınıfınız kalabalık olduğu için benim dışardan geldiğim fark edilmez değil mi?

      – Sık sık geldiğin için herkes seni bölümümüzden zannediyor, bilmiyorlar ki İlahiyat Fakültesi öğrencisi olduğunu. Modaya uygun giyim tarzından olsa gerek; tipinden de İlahiyat öğrencisi değil, Türk edebiyatı okuyan halis muhlis bir öğrenci gibisin, bazen de Alman filolojisi öğrencisi görüntün var. Şimdiki İlahiyatçılar eskiler kadar içine kapalı değil.

      – Ön yargılardan hiç hoşlanmam. Kaportaya değil, motora bakalım. Neyse… Mutlaka haber ver ki merakla seni dinleyeceğim.

      – Peki. Şimdi müsaadenle ben kitabımı görevliden isteyip hazırlanayım. Konunun 5-6 sayfa civarında olduğunu söylemişti Hocamız. Belki fotokopisini alırım.

      – Sana fotokopi gerekmez, bir okuduğunu anlıyorsun, iki kez okuduğunda başkasına anlatacak kadar anlıyorsun, üç kez okuduğunda ezberlemiş gibi oluyorsun. Allah o hafızayı bana verseydi filozof olurdum. İşimizi bitirdiğimizde dışarda buluşuruz, akşam geçti neredeyse yatsı vakti oldu. Biz daha yemek yemedik. Bugün yemekler benden, ASPAVA’da yeriz. “Allah sağlık, para versin! Amin” sözlerinin kısaltmasıymış.

      Orhan ve Muzaffer kütüphanede aradıkları kaynak eserleri bulup bir saat içinde çıkmaları veya sabaha kadar kalmaları gerekiyordu. Dolmuş ve otobüsler gece saat 10.30’dan sonra çalışmayınca Keçiören’deki eve yürümek zorunda kalacaktı Orhan. Yol uzun ve sokaklar pek de aydınlık değil tabii. Muzaffer’in evi ise nispeten yakın sayılırdı, Cebeci-Dörtyol’a uzak bir yürüme mesafesindeydi. O gece Muzaffer’e misafir olmak zorunda kaldı. Muzaffer, Din Felsefesi üzerine bir şeyler okumayı, Orhan ise dil tartışmaları, edebî eleştiri ve kültürel içeriğe sahip konulara ilgisi artmaya başlamıştı. Millî Kütüphanede her ikisi de aradıklarını buldular ama dışarı emanet kitap verilmesi söz konusu olmadığından yerinde okumak zorundaydılar. Bazı kitapları kitapçılarda da bulmak mümkün değil, keşke İstanbul Cağaloğlu’nda yaşasaydım da aradığım kitabı bulur okurdum diye düşünen Orhan, sırf kitap sevdasından dolayı imkân buldukça ya da ayda bir kez İstanbul’a gitmeyi o gece kafasına koymuştu. Muzaffer ise ailesinin Almanya’dan gönderdiği harçlığın neredeyse yarısını kitaplara veriyor, diğer yarısıyla da okul masraflarını karşılıyor ve hayatını idame ettiriyordu.

      Kütüphaneden sonra yola çıktıklarında kış gecesi, Şubat soğuğu yani kuru ayaz donduruyordu Ankara sokaklarını. Herkes sıcacık evlerinde iken iki delikanlının bastıkları her adımda ayazdan kaskatı kesilmiş karlara bastıkça çıkan sesler bazen bir ritim hâlinde, bazen de farklı notaların ahengini yansıtıyordu sanki. Nefeslerinden çıkan buhar sigara dumanından fazla veya kaynayan demlikten çıkan buğu gibiydi. Yol boyunca çocukluk yıllarında birlikte geçirdikleri kış eğlencelerini ve hatıralarını anlattılar birbirlerine. Orhan’ın hafızasından silinmeyen bir kış gecesi başından geçen hadiseyi anlatmak istediğini söyledi Muzaffer’e:

      – Hadise şöyleydi Muzafferciğim. Genellikle kışın on beş günlük yarıyıl tatillerinde kardeşin Ahmet’le sık sık bize gelirdiniz ya hani… Gerçi bütün mahallenin çocukları zaten bizdeydi biliyorsun.

      – Annen ve baban -bizimkiler Almanya’da olduğu için-hep şefkat gösterdiler.

      – Bir gün de babaannen Sündüs Bibi demiş ki sana: -Oğlum, onlar zaten kalabalık bir aile… İki de siz gidiyorsunuz daha kalabalık oluyorlar. Benim yeğenim olur babaları ama o kadar da sık gitmeyin. Bir kere de Orhan’la Mustafa’yı da siz çağırın bize. Akşam yemeğini birlikte yersiniz demiş. Hatırladın mı?

      – Hatırlamaz olur muyum Orhan… Lâkin esas hadise nedir?

      – Sabret de dinle. O gece epey yedik, içtik, oynadık. Gece yarısı ay ışığı aydınlığında eve döneceğimiz sırada Sündüs Bibim dedi ki: -“Şu kümesten iyi bir tavuk vereceğim size. Rabia’ya hediyem olsun. Ben geçen yıl ondan aldığım tavuklardan türettim şimdi 12 tavuğum, 3 horozum var.” dedi ve bir çilli tavuk verdi benim kucağıma. Evin yolunu tuttuk. Hoca Dedenin evinin yanındaki yokuştan kayarak iniyorduk Mustafa’yla. Kayarken Kara Mehmet’in evinin üst kısmında ben düştüm ve tavuk elimden kurtuldu. Biz tavuğun peşinde yarım saatten fazla koştuk ama yakalayamadık. Mustafa’yı eve gönderdim, annemle Erdem ağabeyim de geldi ve aşağı düzlükte çitin dibinde yakaladık tavuğu.

      – Hiç anlatmadın sen bize bunu.

      – Tavuğu yakaladığımızda hayvancağızın çıkardığı sesi duyup tavuk hırsızlığı var zannedenler bile oldu mahallede. O tavuk iyi bir cins tavukmuş ki bazen çift yumurta veriyordu.

      – Gelecekte çocukluğumuzla ilgili hatıralar biz daha duygusal yapabilir. Ama hem köyde hem küçük şehirde hem de büyük şehirde yaşamak bize önemli ve güzel tecrübe kazandırıyor değil mi?

      – Bence yayla hayatını da buna eklemek lâzım.

      Muzaffer’le Orhan’ın sohbeti evde de devam etti. Orhan, Keçiören’de birlikte kaldığı ev arkadaşlarına haber verememiş, onlar da merak içinde kalmışlardır diye düşündü ama ne telefon var ne de başka bir çare. Ertesi sabah fakültenin kantininde kendisini nispeten daha fazla merak eden Celal görür görmez yüzü güldü.

      – Neredesin Allah aşkına? Merak ettim başına bir iş mi geldi bu kış gecesinde diye?

      – Gelemediğim zamanlar Muzaffer’de kalabileceğimi söylemiştim ama merak etmenden mutlu oldum.

      – Millî Kütüphaneye gittiğini söyledi Semra. Fakülte kütüphanesi yetmedi de Millî Kütüphaneye gidiyorsun ha…

      – Bizim kütüphanede bulamadım seminer konusunu. Biliyorsun haftaya benim sunumum var. Hocamız herkese sadece 10 dakika süre içinde anlatma imkânı veriyor. O kadar kısa sürede ne anlatılır ki?

      – Kim kürsüye çıkıp işgal ederse anlatır, ikinci sıradan itibaren ise Hocanın inisiyatifiyle kürsüye çıkıp konularını anlatır. Kızlardan sıra gelmez ki bize.

      – Ben ciddi biçimde hazırlanacağım. Benim konum çok tartışmalı olacak. Belki de 90 dakikalık derste başkasının anlatmasına fırsat kalmayacak Celal.

      – Orhan, sen bugüne kadar hiç tartışmalara katılmadın. Bakalım ne yapacaksın, neler söyleyeceksin? O güçlü hitabetinle ikna edersin herkesi, bazılarını da hayran bırakırsın.

      – Önyargılar olmazsa ikna edemeyeceğim kimse olmaz ama herkes ikna etme yerine empoze etme gayretinde olunca netice malum işte… Hadi çıkalım dışarı. Derse kadar temiz hava teneffüs edelim, sabah sabah duman altı buralar.

      – Tamam Orhan.

      Orhan genellikle kantinde bir iki bardak çay içer içmez kendini dışardaki terasta veya kütüphanenin önünde bulurdu, yine aynısını yaptı. Edebî Bilgiler dersinin başlamasına 15 dakika kalmıştır. Semra, Songül,