Efendi ölümünden bir iki yıl önce konağında veya başka evlerde bulundurup da gözünden uzak tuttuğu amelmande47 karılarına uygun miktarda menkul ve gayrimenkul mallar vermişti. Ömrünün son yıllarında kendine bir evlat, o yaşına kadar ele geçiremediği böyle bir hayat hazinesi vermiş olan Firuze’yi de o sırada nikâh ederek müstefreşelikten48 kurtardıktan başka geri kalan mallarının da yarısını bu genç karısına bırakmıştı ki, malının öteki yarısı da ölümünden sonra o tek oğluna kalacaktı.
Bu ölüm felaketinin ikinci günü hanımefendi kendisiyle beraber acı gözyaşları saçmakta şaşılacak bir gözyaşı bereketi gösteren birkaç kafadar kadınla kapısı sürmeli, perdeleri kapalı bir odada hâlâ ah ve figan etmekle meşgul iken konağın içi sarıklı sarıksız birtakım insanla dolmuştu.
Divitleri belinde bazı efendiler “Sebt-i defter edilecek müfredat-i beytiyeye nereden başlayacağız?” diye haykırıyorlar, birtakımları kilitli kapıların anahtarlarını istiyorlar, başkaları da altın kasalarının, mücevherat çekmecelerinin bulundukları yerleri soruyorlar, birçokları da mühürleyecek delik arıyorlardı.
Bu gürültüler, bu yersiz sorular, bu istekler nasılsa hanımefendinin matem tuttuğu odaya kadar yayılır. Ayrılığın kanlı gözyaşları o pembe, o taze, latif yanaklarda henüz titreşen Firuze hiddetle odasından fırlayarak “Efendim öldükten sonra bana ne mal lazım ne dünya!” feryadıyla demet demet anahtarları haremden selamlığa, bütün ev eşyasını açgözlü elleriyle okşayarak deliği deşiği koklayan o insanların başlarına atar.
Hanımefendiye şirin görünmek için kâhya efendi sakalını sarıya, vekilharç bıyığını karaya boyayarak, divanhanelerde yaşlarından umulmaz bir canlılık ile piyasa etmekteler iken böyle ortaya serpilen anahtarlardan her biri kim oldukları bilinmeyen bir insanın eline geçerek bütün kilitlerde bir çatırtı peyda olması bu iki emektarın son derece kanlarına dokunduğundan “Hanımefendinin hak-i payilerine49 yüz süreriz. Efendinin acısıyla şimdi gözleri dünyayı görmez; fakat yaşayanlara mal lazımdır. Hele meydanda da bir yetim var. Şimdi ne yaptıklarını bilmiyorlar. Bizi taraflarından işleri görmeye vekil etsinler. Mallarını kayıptan kurtararak hemen işi bitirelim.” haberini göndermişlerdi.
Bu haber ağızdan kulağa yayılarak yarım saat zarfında hanımefendiden vekâlet dileyenlerin sayısı on beşi bulmuştu. Şu on beş kişiden hiçbirinin iyi niyet sahibi olmadığı biraz sonra aralarında boğaz boğaza çıkan rekabet kavgasından anlaşıldı. Vekil namzetliği iddiası ile bunlar böyle dışarıda boğuşurken haremde hanımefendiyle göğüslerini döven kadınlar, o ah ve vah arasında söz gelişi kimi erkek kardeşinin kimi kocasının doğruluğunu ve iş bilirliğini, ehliyetini ve namusunu överek vekil olmaya en layık bir kişi varsa o da filanca olduğunu saç yolarak, yaş dökerek anlatıyorlardı.
Bu gürültü, aylar ve yıllarla sürdü. İşleri görmek için hanımefendi birkaç vekil tayin etti. Oğlu Hami’nin vasisi oldu. Bu dul kadına yol gösterenin, akıl öğretenin haddi hesabı yoktu.
O ilk kargaşalık sırasında ne kadar mücevher mahfazalarının boş kalmış olduğu, ne kadarının takımıyla aşırıldığı, ne kadar değerli pırlantalar değiştirilerek yerlerine adi taş parçaları konulduğu çok sonraları anlaşıldı.
Hakkı olmadığı hâlde, mallara ortaklık için üşüşen kimselerle uğraşılarak, kapanın elinde ne kaldıysa kaldıktan sonra vilayetlerden merhumun akrabasıyım diye o zamana kadar hiç yüzleri görülmedik, adları işitilmedik herifler, yeğenler, dayı oğulları, teyze ve hala oğulları çıktı. Bunlar ilkin efendi merhumun nikâhlı karısı Firuze Hanım üzerine olan hibe ve ferağı tanımamaktan, onun bozuk bir muamele olduğundan tutturarak, ucu bucağı bulunmaz büyük bir dava kapısı açarak nikâhı sahih saymadılar. “Hami, Şadi Efendi’nin sahici oğlu değildir.” iddiasına kalkıştılar. İddialarla da kalmadılar, “Firuze cariyedir, veraset yolu ile bizim malımız olmuştur, bu yüzden Hami de kulumuzdur. İkisini de satacağız.” demeye kadar ileri vardılar.
Bu saçma iddialar sonra mahkemelerce reddedildi. Fakat dava o kadar genişledi, o kadar kılık değiştirdi ki efendiye akrabalık iddiasıyla vilayetlerden gelenlerden her biri uğraşabildiği kadar uğraşarak, ayrılmak zorunda kaldığı zaman bu davayı ilerletebilmiş olduğu noktada akrabasından birine ciro ederek buradan öyle savuşurdu.
Yıllardan sonra davacıların iddialarının batıl olduğu meydana çıktı. Hakikat meydana çıktı ama bu hukukunu koruma işi Firuze Hanımefendi’ye kaça mal oldu? Hemen servetinin üçte biri bu yolda elden çıktı. Ellerinde düzgün senetlerle pek çok da alacaklı zuhur etti. Çiftliklerin, hanların büyük bir kısmı, sarraflarla, tefecilerle muameleli çıktı. Efendinin dillere destan olmuş o büyük servetinin ilişikleri temizlenerek gerçek mal olarak karısı ile oğlunun eline geçen kısmı, bütününe göre, ancak beşte bir kadar bir şeydi.
Şadi Efendi gibi bir defa adı zengine çıkmış olanların halk arasında çok kere servetinin çok büyütülmesi tuhaf bir âdettir. “Zenginin malı züğürdün çenesini yorar.” meseli meşhurdur. Demek ki zenginlerin servetlerini tahmin ile vakit geçirmekten hoşlanan “lira” hasretlileri onu keseye atamamaktan ileri gelen yoksulluk acılarını şunun bunun parasının hesabını çoğaltmakla ağız ballandırarak unutmaya çalışıyorlar.
İşte böyle etraftan malına pertavsız ile bakan züğürtlerin büyütmesiyle birkaç milyon lira sahibi sanılan Şadi Efendi, iradının hepsi ancak beş altı yüz bin liraya çıkışabilen bir zattı.
Kaptan kaba boşaltılan bir suyun azalması gibi kocadan karısına, babadan oğluna geçişinde bu servet küçüldü. Borçların ödenmesi, davaların görülmesi, hasılı, yel üfürdü su götürdü, Firuze Hanımefendi’yle Hami Bey ancak ellişer bin liralık birer servet sahibi olabildiler. Herkesin “milyonlar” tahmin ettiği altınların “süzüntüsü” böylece yüz bin liraya inmişti. Fakat dışarıdan gene işin aslı bilinmeyerek bu ana oğulun servetleri pek büyültülerek hesap ediliyordu.
Müstesna bir güzellik sahibi, yirmi üç yaşındaki Firuze paranın güzelliğe, güzelliğin paraya verdiği parlaklığın mucize yaratan hassalarını bildiğinden, güzelliğinin şöhretine bir de parasının Karun’unki gibi hesaplanmasının karıştığını duydukça sevinerek, serveti hakkında halkın bu görüşüne uygun görünecek bir geçim kapısı açtı.
Kışın Beyoğlu’nda, yazın yalıda oturuluyordu. Haremin tantanası hiç bozulmadı. Selamlıktaki hizmetkârlar pek eksilmedi. Lando, rahat ve genişliği; kupa, lüzumu; fayton, hafiflik ve ferahlığı için elden çıkarılmadılar. Yağızların boyun kırışları, kesme kuyrukları; kırların yavaşlıkları hoşa gittiğinden, doruların emektarlığı göz önünde bulundurulduğundan ahır hemen boşalmadı. Konakta, yalıda her şey yerinde, insanlar eski hâlinde gibiydi. Bu gürültü içinde eksilen yalnız bir ihtiyar efendi olmuştu. Merhumun kendi eliyle diktiği fidan günden güne büyüyor, babasının acısını unutturuyordu.
Parası güzelliğinden, güzelliği parasından baskın Firuze’nin, milyonları olduğu sanılan bu genç dulun şöhreti büyük küçük meclislerde konuşuluyor, her yerde bir türlü fikir yürütülüyordu. Onunla evlenmek isteyenlerin sayısı yüzleri geçti binlere vardı. Hanımefendiye âdeta deste deste istidalar veriliyordu. Bayılanın, ölenin, tutuşanın, yananın çokluğu hakkındaki sözlere hem dost şaşıyordu hem düşman.
Firuze, evlenmek için etrafında böyle kırılışanlara gülüyor, hiçbirini kendine layık bulmuyordu. Efendinin kısa süren matemi bittikten, ağlanabildiği kadar ağlanıp âdet yerini