Her pencerede başka bir donanma varmış gibi türlü renkte ışıklar denizin titrek dalgaları üzerine nurlar saçarken piyanoya, kemana, flavtaya eşlik eden titrek, gönül gıcıklayıcı güzel bir kadın sesi en meşhur operanın ruhu çırpındıracak duygulara düşüren bir parçasını kâh hazin kâh şiddetli nağmelerle okuyarak arkadaki koruda akisler uyandırıp sanki mevhum bir rakiple yarışırdı.
Biraz sonra, mükemmel bir ince saz takımının kârları, semaileri, besteleri, şarkıları, gazelleriyle bezmde başka bir hâlet, nağmede tesirli bir samimiyet, neşede diğer bir vect ve istiğrak peyda olurdu. Dinleyenler yavaş yavaş alaturka ağır havalarımızın uyuşturucu tesiriyle kendilerinden geçerken, birdenbire kemençenin, kemanın yaylarından, udun, tamburun tellerinden, teflerin şakrak zillerinden bir raks havasının, mesela “Bülbül olsam kona da bilsem dallere.” şarkısının kıvrak, sıçratıcı nağmeleri avuç avuç bir neşe yağmuru gibi ortalığa saçılmaya, en uyuşuk gönülleri raksa getirmeye, bellerde, omuzlarda kendiliğinden titremeler peydahlanmaya ve meclisin ahengini dalgalandırıp neşelendirmeye başlayınca, sırma saçaklı serpme pul fistanlı iki raks perisi meydana fırlayarak fistanlarının renginden alev almış sanılan pembe yanakları üzerinde kesik Avrupa kâkülleri o “Ya hey!” sesleriyle yayılıp yayılıp toplandıkça, gözler süzüle süzüle gümüş boyunlar sağa sola kaydıkça, sinelerden kabaran o ikişer taze göğüsler sığınacak kucak arar gibi titreye titreye ortalığı zelzeleye verdikçe, seyircilerin akılları zıvanalarından karış karış oynar, gene yerini bulurdu.
Böyle sazlar neşe püskürür, rakkaselerin gözleri süzülür, avizelerin, fanusların parıltıları altında irili ufaklı kadehlerle renk renk içkiler içilirken ahengi dinlemek için bu neşeli yalının önünde toplanan kayıklarda, sandallardaki insanlar arasında Firuze Hanımefendi’nin şu sefalı yaşayışı hakkında bin türlü dedikodu yapılırdı. Bunlar arasında, hanımefendi beğendiği delikanlıyı ağırlığınca altına boğuyormuş cinsinden sözler birtakım züğürt zamparaların uykularını kaçırarak rüyalarında hep altın madenleri görmek, ağırlıklarınca altınla tartılmak gibi evhama uğramalarına sebep olmuştu.
Üç çifte şık kayık hazırlanıp da arkaya serilmiş ipekli al ihramın sırma saçakları denizin mavi rengi durgun suları üzerinde izler bırakarak, sırma işlemeli al çuha saltalı, burma bıyıklı üç kuvvetli hamlacının bol yenli hilali gömleklerden uzanan adaleli pazılarının kuvvetiyle kayık bir tüy hafifliğiyle kayıp giderken, içindeki kuş tüyü döşemeye yaslanmış o güzelin, uzaktan vücudu pek fark olunmayan o “puf” yaşmaktan irtisam eden ince kaşlarına, toplu, pembe, ince dudaklarına canlar dayanmazdı.
Firuze Hanımefendi karşısına bir cariye alarak deniz gezintilerini çok defa böyle yapardı.
Hanımefendi Göksu’ya gitse bir düğün evi gibi orası şenlenir; Kalender’e doğrulsa hanımın güzelliğine tutulmuş vurgunlar hep o tarafa dökülürlerdi.
Hami Beyefendi’nin terbiyesine, derslerine çeşitli hocalar tayin olundu. Fakat çocuğun zayıflığı, çelimsizliği annesini pek büyük endişelere düşürdüğünden çocuğa, öğretmenlerinin sözlerine uyması değil, hocalara küçük beyin emirlerine uygun şekilde bir nevi tedris usulü icat etmeleri tembih edildi. Çocuk hiç sıkıştırılmayacak. İsterse dersine çalışacak, istemezse çalışmayacak. Mesela “Nasara ne kelime?” sualine çocuk “ism-i fail” derse bu yanlış cevap şöyle alkışlanacak: “Maşallah beyim! Süphanallah efendim! Bu ne zekâvet! Evet, ism-i faildir; fakat şu da hatırınızda kalsın ki nasara ara sıra da fiil-i mazi olur.” denecek. Çocuk nasaranın fiil-i maziliğini hiç kabul etmeyerek bu yanlış çıkarmadan müteessir olur, ağlamaya başlarsa hoca hemen özür dileyecek ve nasara için dünyada bir şey olmak münasip ise onun da ancak ism-i faillik olacağını söyleyecek.
Ders sırasına oturmadan önce çocuğu doktor dikkatle muayene ederek, o günkü sağlık durumuna göre ne kadar zaman derse dayanacağını tayin ederek bu iş için hocaya talimat verecek, tembihlerde bulunacak.
Hocaların, hele Arapça hocalarının birçoğu bu türlü ders vermek şartlarını haysiyetleriyle uygun bulmayarak işlerini bıraktılar. Sekiz on hoca değiştirdikten sonra Firuze Hanımefendi en sonunda oğluna aradığı gibi hocalar buldu. Bu sonraki hocalar her akşam baklavayı, böreği bulunca nasaradan çok beyin huyuna suyuna gitmekte kârlı çıkacaklarını anladılar. Bütün çekimleri şımarık çocuğun keyfine bıraktılar. Kendileri var kuvvetlerini sofra başında kollarını sıvayıp kaymaklı baklavanın gücenmez bir tarafından yakalayıp, her noktasına geçmesi için balın içinde üstatça çevirerek haydi selamet ola mideye göndermek cihetine sarf etmeye koyuldular. Ve bu öğretme usulünü her şeyden tatlı buldular.
Hocaların tatlıya, puf böreğine karşı bir kere bu düşkünlükleri belli olduktan sonra, Hami Bey irili ufaklı köle ve cariyelerini etraftan toplar, zavallı hoca efendinin gözlerini bağlayarak yalının o geniş sofalarında körebe oyununa kalkardı. Hoca yediği tatlılar burnundan gelinceye kadar koşar, bu yorgunluğun acısını o akşam ya revaniden ya muhallebinden çıkarmaya yemin ederdi. Sofra başına oturunca “Gene bugün derse bedel körebe oyunu ile vakit geçirdik. O kadar koştum, o mertebe yoruldum ki, karnım boş torbaya döndü.” sözleriyle o akşamki yemeğe istihkak derecesini herkese tasdik ettirmek ister, sonra kollarını sıvar, sözlerini tasdik etseler de gık deyinceye kadar yerdi, etmeseler de.
Fransızca hocasının o yalıda başına gelenler büsbütün başka türlü geçmişti. Her şeyin halisinin makbul olması eskiden beri tecrübe edilmiş bir gerçek olduğundan adını Pol’a, Piyer’e çıkarıp başlarına şapo koyup gramersiz bir dil, dibinden bozuk bir aksanla hocalığa yeltenen yakası yağlı, havsız redingotlu tatlı su Frenklerine pek o kadar ehemmiyet verilmeyerek Hami Beyefendi’ye Fransız oğlu Fransız bir hoca aranmış ve böyle milliyet ayarı tastamam bir tanesi ele geçirilmişti. Zavallı Mösyö Jan, o yalıdaki hocaların dalkavuklukla hocalık arasındaki hürmetsiz mevkilerinden habersizdi. Daha bir kelime Türkçe de bilmiyordu. Kahya efendi, tercümanın aracılığı ile Hami Bey’in sağlık ve akıl durumu hakkında birtakım bilgi verdikten sonra çocuğu sıkmayarak gayet incelikle ders vermesi gerektiğini anlattı. Muallim Cenapları silindir şapkasını bir sandalye üzerine ağzı yukarıya ters koyarak, bütün yapılan tembihlere uygun bir şekilde, bütün güler yüzlülüğü ile derse başladığı gün, muzip çocuk yanındaki küçük köleye parmağıyla şapkayı gösterip pek lazımlı bir şeye benzetmiş ve benzetmedeki inceliğe ikisi de gülmekten kırılmışlardı.
Hoca Türkçe bilmediği için çocuğun benzetme sanatındaki bu ustalığını anlayamamış, yalnız çocuğun siniri tuttu zannederek bir zaman dersi tatil etmiş ve o kahkahalar arasında donuk bir çehre göstererek çocukların neşelerini bozmamak için kendisi de bir parça gülmekten geri durmamıştı.
Mösyö Jan, bir gün sofaya çıkarak mendil ile gözleri bağlanmış Türkçe hocasının bir alay çocuğun ortasında sıçradığını ve curcunayı ayyuka çıkaran çocukların hocaya karşı yumruklarını birbirine vurarak “Ebeme pilav pişirdim, içine sıçan düşürdüm!” avazıyla bağrıştıklarını görmüştü.
Ne pilavdan ne de içine düşürülenden bir şey anlamayarak, yalnız çocuklara vücut egzersizi yaptırılıyor zannederek bu ikinci vazife için hocanın ne kadar fazla maaş aldığını merak etmişti.
Fransız muallimi artık ufak tefek Türkçe kelimeleri anlamaya başlayınca Hami’nin arsızlığına dayanamamaya başladı. Ara sıra hiddetlenerek “Yok sen profesör… Ben profesör. Yok ben çocuk, sen çocuk…” gibi anlaşılmaz tekdirlere kalkışırdı.
Bir gün derste çocuğa étre yardımcı fiilinin passé indéfini’sini sordu. Hami “Je suis ètè, tu es été, il est été…”