Hüseyin Rahmi Gürpınar

Metres


Скачать книгу

buruşuk yüzü gibi onarılmaz bir hâle geldi. Son acı tecrübeler ile hanımefendi âşıkların bakışlarının o boyalı yüzden çevirip kesesine dikilmiş olduğunu anladı. Artık işte bu geç anlayış üzerine delikanlı sevmekten vazgeçip, yıllarca hüküm sürdüğü o sevda meydanından çekildi. Fakat bu çekilişi içten bir istekle olmaktan çok, iştahları yerinde iken gücenerek sofradan kalkan çocuklarınki gibi bir kızgınlık eseriydi. Onurunu okşayacak saygılı sözlerle birisi hanımefendiyi tekrar yemek sofrasına çağıracak olsa kabul etmekte ihtimal pek naz etmeyecekti. Aşktan, muhabbetten bu sözde nefret; süsüne, nizamına hiçbir aksama getirmedi. Gene tuvaleti saatlerle sürüyor; gene akşam sabah tuvalet suları, pudra, boya kutuları boşalıyordu.

      Hami Bey Paris’ten dönünce annesini işte böyle acayip bir namusluluk taslar hâlde buldu. Şimdi yalıda hanımefendinin, sırdaşı, en sadık kulu Nedime adında genç bir Habeş vardı.

      Bir zenci kadın ile bir beyazın evlenmesinden dünyaya gelen sütlü kahverenginde bir dadı kızıydı. Nedime, okuma, yazma ve el işlerindeki istidadı, ağzının söz yapması, karşısındakini inandırıcı sözler bilmesi ve hele damara girmesini bilmesi yüzünden Firuze’nin tam bir teveccühünü kazanabilmişti. Hanımefendi sandık sepetiyle beraber gönlünün anahtarlarını da bu kıza teslim etti. En ufak, sade işlerden en önemli aşk işlerine kadar hep o gözcü olurdu. O surette ki Firuze’ye sevgilerini söyleyecek kimseler ilkin Nedime’ye kendilerini sevdirmedikçe hanımın gönlüne giremezlerdi.

      O ailenin gerçek servetinin ne dereceye indiğini Nedime bilir. Her günkü masraf dışında çok önemli bir lüzum üzerine değerli eşyadan biri satılmak gerektiği zaman onu gizlice çarşıya Nedime götürürdü. Bu Habeş kız, hanımına para bulmak için feracesinin altında koynuna, koltuğuna sıkıştırarak bedesten, kuyumcular çarşısı mezatlarına ne kadar iğneler, yüzükler, altın kupalar, zarflar daha neler neler taşımıştı. Fakat otuz liraya sattığı bir şeyin yirmisini göstererek onunu cebine atmakla hanımın emniyetini kötüye kullanmaktan çekinmezdi. Firuze’nin sevgilisiz bulunduğu zamanlarda çok defa alım satım olmadığından Nedime bedestenleri, kuyumcuları dolaşmak için hanımını sevda alışverişine teşvik eder ve en çok masraf açacak olan âşık, bu kızın fikrine göre hanımının gönlünde en uzun zaman hüküm sürmeye layık görülürdü.

      Yalıya gelen kadın misafirler içinden hanımın yanına hangileri çıkmak, hangileri çıkmamak gerektiği işini Nedime tayin eder ve konuşulurken bir şeyi çok uzatmamalarını, üzüntü verecek yollara sözü götürmemelerini nezaketle hatırlatır ve bunun dışında çalçenelik ile can sıkacak bir kadın olursa onu bir bahane ile odadan dışarı çıkarmanın kolayını bulurdu.

      Bir kere kadının biri kız kardeşinin karahummadan nasıl öldüğünü bütün ince noktalarına kadar hikâye ile hanımefendiyi bayıltmış ve bundan gelen sinir buhranını hekimler bir ayda tedavi edememişlerdi.

      Bu yalıda Nedime’den sonra vaka erkânı arasına gireceklerden biri de merhum Şadi Efendi’nin kız kardeşinin oğlu şair Revai Bey’dir. Girip çıkmadığı meslek kalmayarak dünyanın iyi kötü bin türlü hâliyle havalandıktan sonra nihayet o ailenin başına bela kesilerek postu yalıya sermiş, kovmakla, tahkirle oradan uzaklaştırılamamıştır.

      Akşamları yarım okkaya yakın dem çeker.56 Fakat Allah saklasın sarhoşluğu hiç çekilmez. İçkisi yerini bulup da gözleri döndü, ağzı da çarpıldı mı artık yanından kaçmalı. Saçmalarına dayanılmaz. Şiir diye yumurtladığı vezinsiz, kafiyesiz birtakım saçmalıklar, edep dışılıkta Süruri’nin açık saçık yazılarını bir ahlak kitabı derecesine yükseltir. O yalıda en ziyade hicvettiği de Firuze Hanımefendi’yle oğlu Hami Bey’dir. Bu ikisine sövüp saymaya bir türlü doyamaz. Ayıklığında kinizm yolunda bir filozof, sarhoşluğunda tamamıyla terbiyesiz bir zirzop kesilir. Meryem Dudu’ya tutkundur. Karıyı kimsesiz bir yerde yakaladıkça ağza alınmaz şiirler ile aşkını ilan eder. Dudu kızarır bozarır:

      “Revani Bey o ne ayıp laflardır ki bana edoorsun? Ben senin ağzına sığar bir kaşığım acep?” diye parlayarak oradan savuşmak ister.

      Lakin Revai:

      “Dudu’m revani dedi beni tatlı buldu

      Bak nasıl anladı şaştım lezzet-i lahmimden.” saçmasıyla karşılık verir.

      Revai ellisini geçkindir. Fazilet ve irfanca kendinin zamanın kutbu olduğunu övünerek söyler. Nazariyelerinin hepsini tecrübe ettiğinden dolayı kendisinin bilmediği hiçbir felsefe mesleği yoktur. Hizmetçi gibi bazı cahiller alayına karşı, arada bir şeyhçe, dervişçe sözler sarf eder. Ne dediğini galiba ne kendi anlar ne de başka birine anlatabilir.

      “Yağmur yağıyor.” deseler, “Gözünden akan ondan başka bir şey midir?” diye sorar. Karşısındaki şaşırarak “Gözümden akan nedir?” sorarsa hiç de temiz olmayan “Sidik!” cevabını vererek karşısındakini şaşırtır durur. Sonra da işin bilgi tarafına geçerek: İnsanın vücudunda senenin günleri kadar, ne eksik ne artık, tastamam üç yüz altmış beş ve şu kadar küsur çeşme bulunduğunu ve bu vücut kaynaklarının her birinden balgam, kan, safra, sevda gibi dört unsurdan çıkan küsuratı ile üç yüz altmış beş türlü su kaynadığını ve Avrupa’nın bilgisiz hekimlerince bu akıntılardan gözyaşı, sidik, ter ve buna benzer ancak birkaçının bilinip üç yüz bu kadarının o zavallılar için henüz bilinemez olduğunu anlatır.

      Eğer karşısındakini bu sözleri dinleyecek kadar şaşkın bulursa o zaman artık ucu bucağı hiç bulunmaz taraflara doğru konuşmayı uzatır. “Yeryüzünde bulunan nehirlerin her biri bir renkte damardır.”dan meseleyi açmaya girişir. Bu renk çeşitliliğinin nedenlerini anlatır. Asıl kaynakların süt ve şerbet olması ihtimallerinden söz ederken, küremizin iriliğine sözü çevirir, dünya çapının 12.732.814 metre bulunduğu, her ne kadar bu konudaki kitaplarda yazılmış ise de bunun sekiz buçuk santiminin büyük bir yanlış olduğunu hiddetlenerek iddia eder. Eğer karşısındaki anlayışlı ve biraz da sinirlilerden ise mesele buralara dökülmeden ya o Revai’yi döver yahut kendi ondan dayak yiyerek oradan çekilir.

      Revai dağınık ve çulsuzun biridir. Saçlarının erken ağarmış olmasından ve serseriliğinden dolayı gerçek yaşından on beş yaş büyük gözükür. Başına geniş bir arakiye, arkasına koyu renkli bir entari giyer. Beline koca bir balgami tokalı kemer takar. Kaç yıldır makas tarak görmemiş beyaz saçları, taşarak gene temizlik ve düzen görmemiş beyaz sakalına karışır. Gece kendisine loşça bir yerde rastlayan adam pek sağlam yürekli olmalıdır ki, Hint dervişlerine benzeyen bu saçaklı babadan korkmasın. Zavallı Meryem Dudu gece bu umacıya rastlamamak için kendi dilinde bildiği ne kadar dua varsa okur. Bu kadar çekinmeye karşı yalının Cinci Meydanı’nı andıran sofalarında bazı bu korkulukla göz göze gelir:

      “Ah işte odur, gene Revani’dir. A beyefendi birden görünce sizi tanıyamadım. İçime korku koydunuz. Fena saatten uzak olsunlar, zannettim ki gene onlardan birine rastlandım.” sözleriyle korkusunu anlatan Dudu’nun bu son acayip cümlesine sarhoşun verdiği cevap burada açıklanamaz. Meryem’in korkusuna şimdi biraz da hiddet karışarak haykırır:

      “O uzun dilini içeri çekersin? Beni sarhoş mezesi karılardan sandın? Cin, şeytan olsan sana gene çarpılmam.”

      “Dudu, ben seni mutlak bir akşam çarpacağım.”

      “Sokağa çıktığımda köpekler peşimden hav edorlarsa ondan vicdanıma bir bulantı gelor? İşte senin sözlerin de tut ki ona benzer havlardandır.”

      “Dudu… Ben yalnız havlamam. Adamı yumuşak tarafından ısırıveririm.”

      “Sokağın köpekleri oşttan anlarlar