Güzel havalarda Petişan’da, Taksim bahçesinde, Şişli’de dolaşır. Her nereye otursa, hatta tramvayda bile cebinden o mahut cildi çıkarır. Gantlı ellerinin biri cildi tutarken öteki gümüş saplı bastonu yün eğirir gibi fırıl fırıl çevirir. Müştak işte böyle aylarca her gün Mösyö Taine’i okur; fakat ne hikmet bilinmez, eserin otuz sahifesini tamamlayamaz. Kitap cepte geze geze buruşur. İlkin kap yaprakları yırtılır, düşer. Sonra formaların dikişleri kopar. Sonunda bir gün kitabı ya lokantada ya vapurda ya tramvayda ya birahanede, hasılı işte öyle bir yerde unutur. Müştak, Mösyö Taine’den, daha doğrusu, Taine onun elinden kurtulur. Sonra Taine’in eserlerinden söz edilirken ağızlardan, kalemlerden fışkıran “şayan-ı hayret” sözünün peşinden büyük bir şaşkınlık da Müştak tarafından gösterilir. Bu şaşkınlıktaki gerçeklik ile yapmacıklığı ayırt edemeyen birtakım ahmaklar da “Müştak Bey Taine’in bütün eserlerini okumuş, bu yazarı ne kadar çok beğeniyor.” sözleriyle beyin okumadaki derinliğine şaşarlar.
Müştak orta boylu, dolgun vücutlu, pembe tenli bir delikanlıdır. Alnının genişliği yüzüne bir zekâ tatlılığı verir ise de çatığa yakın fakat ince kaşları altındaki ufak kara gözlere dikkat edenler, bunların sahibinde büyük bir azim ve sebat olmadığını anlarlar. Çünkü bu gözler nereye baksa birkaç saniyeden fazla durmazlar, hemen bakış noktalarını değiştirirler. Gözlerin alt ve üst kapaklarındaki hatlarda ve göz bebeklerinde sürekli bir gülümseme hâli vardır. Zaten vara güler, yoğa güler, en boş şeylerle en ciddi hususlara karşı hep aynı gülümsemeyi gösterir. Ağladığı vakit bile güler gibi ağlar. Hâlini bilmeyen kendisini latife olarak ağlama taklidi yaptığını zanneder. Bütün duygu zayıflıklarını gösteren o gülümsemeleridir.
Birinin kudretinden, büyük bir eser meydana getirdiğinden söz açılsa Müştak güler. Bu gülüşünde öyle bir kendini beğenmişlik manası vardır ki “Ben istemiş olsam ondan âlâsını meydana getiririm. Hem getireceğim de… Hele sabırlı olun. Görürsünüz.” yolunda bir yüksekten atma açıkça hissolunur.
Fakat bu güzel niyetler daima düşünce hâlinde kalır.
Müştak Bey beş yüz kuruş maaşla dairelerden birine gider gelir. Yeni imlayı resmî yazılarda kabul etmediği için her gün mümeyyiziyle boğaz boğaza gelir. Mümeyyiz kızarak haykırır:
“Tı’ları dal’a tahvil, huruf-i imlayı manasız israf gibi yenilik gösterme âdetlerinden vazgeçiniz beyefendi. Elinizdeki müsveddeler mektep kitabı sahifesi değildir. Dal’ları tekrar tı yapmak, sonra’ların, bulunan’ların fazla vav’larını çizmek gibi manasız düzeltmelerden artık bıktım. Bazen de göremiyorum, kaçıyor. Birkaç defa mektupçu beyefendinin acı sözleri karşısında kaldım. Bu evrak oyuncak değildir. Rica ederim beni böyle boş yere uğraştırmayınız. Vurduğunuz av, ürküttüğünüz kurbağaya değmiyor.”
Müştak, gücenerek:
“Hakkınız var mümeyyiz efendi. O yeni imlayı mahsus kullanmıyorum. Elim alışmış da farkında olmadan ara sıra kaçırıyorum.”
“Bu doğru olmayan âdetinizi düzeltmeye çalışınız. Geçenlerde müsveddelerin birinde de heyhat ünlemini kullanmışsınız. Yazdığınız roman mıdır, yoksa tiyatro risalesi midir?”
“Lüzumu görülünce resmî yazılarda heyhat niçin kullanılmasın?”
“Heyhat kelimesinin bir kalemde yazı olarak değil konuşurken bile kullanılması caiz değildir.”
“İşte buna da bir heyhat!”
Hiddetle: “Bana hizmetimden istifa ettireceksiniz.”
“Bu son sözünüz de heyhata bir başka misal teşkil eder.”
Zavallı mümeyyizin işte böyle Müştak’ın elinden çekmediği kalmazdı.
İki yıl evvel annesi öldü. Müştak üç bin liralık bir servete mirasçı oldu. Esasa dokunmayarak yalnız geliri harç etmesi için babasının verdiği nasihatleri dinlemedi. Galata’da iki bin lira değerinde bir iradı sattı. Şimdi Balıkpazarı’nda beşer yüz lira eder etmez iki dükkânı kalmıştı. Babası altmışlık eşinin ölümünün arkasından yirmi beşinde var yok, etli canlı, boylu boslu, yakışıklı, fıkırdakça bir duvak düşkünü ile evlendi. Zavallı adam ölen karısının hastalık iniltileriyle geçirdiği son yedi sekiz yıllık son zamanları içinde her gün her saat dert dinlemeden, onu avundurmaya çalışmadan, öleceği muhakkak bir kadına hayat arkadaşı olmaktan artık usanmış, o tesirle âdeta yaşama tadını ve zevk âlemini unutmuş gibiyken, şimdi genç karısının büyülü etkisiyle o da kanında bir sıcaklık, bütün vücudunda umulmaz bir hareket görerek, kendini ikinci gençliğe girmiş kıyas ederek artık ne oğlu Müştak’ı düşünmeye ne de sattığı irada acımaya vakit bulabiliyordu.
Müştak, babasını böyle meşgul görünce kendini cümbüş âlemlerine kapıp salıverdi. O aralık, ticaretinin genişliği, parasının büyüklüğü ile ün almış yaşlı bir Rum ölerek, kiliselere, Rum okullarına bağışladığı milyonlarından başka Beyoğlu şıkları arasında bitip tükenmez bir çekişme sebebi olacak bir de “metres” bırakmıştı.
Matmazel Parnas, yirmisinden pek yukarı olmayan bu afet, sarı saçları, ela gözleri, o levent ince boyu, pasparlak tuvaletiyle, Beyoğlu’nun sevda ufkunda beliren bir kuyruklu yıldız gibi acaba kime çatacak, hangi servete çarpacak diye bütün dikkatli gözleri, arayıcı bakışları kendi üzerine çekmişti. O ara milyonluk insanlar bile işin sonunu düşünerek bu düşünce ile matmazelin tehlikeli çarpmasından çekinirlerken, onlara göre paraca bir hiç olan bizim Müştak sansar kapanıyla kaplan avına çıkan bir şaşkın avcı gibi o birkaç bin liralık az parası ile matmazelin ayakları altına vücudunu atarak muhabbetini arza cesaret göstermişti.
Dediklerine göre matmazel, yüksek tabaka iffetsiz kadınlarından imiş. Ölen Rum, Paris’te bir ticaret işinden birkaç saat içinde milyonlar kazanmış. O sevinçle vücutça bir gençlik duymuş. Para kazanmaktaki talihinin muhabbette de uygun gidip gitmeyeceğini denemeye kalkarak matmazel ile sevda kontratı ile bağlanmış, beraber İstanbul’a gelmişler. O kazancın besbelli hızı çabuk geçmiş, mösyönün de vücudu gevşemiş. Bu seksenlik ihtiyarın yumuşak öpüşlerine biraz sertlik gelmesi için, matmazel âşığında peynir dişlerinin çıkmasını beklerken zavallı Rum galiba bu son metresinden murat alamadan âlemini değiştirmiş. Namının iyilikle tekrarlanması için birçok hayratına ek olarak matmazeli de uygun bir servetle herkese vakfetmiş. Başkalarının dediklerine göre de ihtiyarın peynir dişlerinin çıkmasını beklemesi bir oyundan ibaretmiş. O dalavereci Fransız kızı, bunak âşığından gizlice, vakit geçirmek için pek çok dişli âşıklar bulmaktan boş kalmamış.
Parnas, Eski Yunanlıların bir dağa verdikleri isimdir ki mitoloji zamanında burası Apollon, güzel sanatlar ve şiir tanrıçalarının bulunduğu yer sayılırdı. Bugün mecaz olarak “şiir” ile “şair”e de ad olmuştur. “Parnas’ın üzerine çıkmak” (Monter sur le Parnasse), yani “şiirle uğraşmak” gibi bazı sözlerin çıkmasına da meydan açmıştır.
Matmazel Parnas, ihtiyar dostunun gözüne daha şairce görünmek için kendine bu adı takmış olmalı.
Müştak, daha yemi yemeden kapancaya tutulan kuş gibi, henüz matmazeli görmeden adına alaka etmişti. İlkin böyle kulaktan âşık oldu. Sonra iyi bir fırsat elde ederek matmazel ile görüştü. O saatte fitili aldı.
Je veux monter sur le Parnasse
Mais hélas
Ma plume ne se prête à mes espérances
yollu şiir diye saçmalar