getiriyordu. Bir ay kadar da etrafa borçla yaşadı. Hilesi meydana çıkmadan son krediyi de kullanmaktan çekinmedi. O günlerde gidip o kapıyı çalmak kendine iki yüz liradan aşağı oturmayacağını bildiğinden babasının son derecede hasta olduğu yalanını metresine tezkere ile bildirdi. Hasta ile olan acı meşguliyeti gelip kendisini görmeye kuvvetli bir engel olduğunu anlattı. Matmazel bu yalana kandı mı? Gidip bir haftadır yüz yüze gelmemiş olduğu için, metresinin apartmanında neler döndüğünü bilemiyor, meraktan çatlıyordu.
Acaba birkaç bin liraya malik, Fransızca saçma sapan şiir söylemekte usta biri daha çıkıp da Parnas’ın gönlünde Müştak’ın tuttuğu sevda mevkisini zapt etmiş olmasın? İşte en ziyade bundan korkuyor, buna yol açacak bazı faraziyeler zihnine geldikçe kızarıyor, bozarıyor, terliyor, nerede bulunduğunu, ne yaptığını, ne söylediğini şaşırıyordu.
Zavallı âşık Aksaray’dan Beyoğlu’na kadar nasıl gittiyse araba ile Süleymaniye’ye gene o dalgınlıkla döndü. Arabacı Şeyhülislam Kapısı’na yakın bir yerde terbiyeleri çekti, Süleymaniye’ye gelmiş olduklarını, gidilecek sokak neresi ise tarif etmesini eğilerek müşteriye hatırlattı. Fakat müşteri hiç oralarda değildi. Sözüne cevap alamayınca herif yerinden fırladı, indi. Sözünü beyin yüzüne karşı tekrar etti.
Müştak “Ha, gelmişiz.” diye şaşırarak arabadan çıktı. Elini pantolonun cebine sokarak parmaklarına ilk dokunan parayı arabacıya verip yürüdü.
Herif avucuna konan paranın mecidiye olduğunu gördü; fakat müşterinin dalgınlığından faydalanmak isteyip:
“Azdır efendim. Taksim’den buraya kadar bir mecidiye olur mu?
Gelirken köprü parası verdim. Şimdi giderken gene vereceğim.
Bana ne kalacak?”
Arabacının bu arsızlığına hiç ses çıkarmayarak Müştak elini tekrar cebine daldırdı. Herife bir mecidiye daha verdi. Bu tuhaf müşteri hızlı adımlarla uzaklaşırken arabacı kendi kendine, Yüzümü kızartıp acaba biraz daha söylensem mi? Böyle dalgın müşteriye bayılırım. Hele ufaklık da tutmazsa söylendikçe insana mecidiye uçlanır, diye düşündükten sonra haykırarak:
“Beyefendi! Hayvanlara günahtır. Taksim’den buraya kadar iki mecidiye! İnsaf be! Kıyafetine bakıp da pazarlığa girişmedik. Sanki iş ettik.”
Müştak bu sözlerin hiçbirini işitmedi, hızlı adımlarla sokağı dönüverdi.
Arabacı “Sabahleyin elimize bir av geçti, onu da kaçırdık. Bunun gibi dalgın müşteriye senede bir defa ancak tesadüf edilir. Arabacıların piyangosu da mecidiye çeyreği yerine lira, kuruş yerine lira çeyreği veren şaşkınlarla, işte böyle istedikçe mecidiye toka eden dalgınlardan çıkacak.” diye yakınarak kırbacını şaklattı, birkaç mecidiyesini sızdırmadan dalgın müşteriyi kaçırmış olmasından doğan öfkesini hayvanlardan alarak arabasını sürdü.
Müştak’ın iki yüz lira borç koparmak hayaliyle görmeye gittiği Reyhan Bey şehrimiz ikliminde kabak familyası kadar bereketli ve çeşitli yetişen edip taslaklarından biriydi. Fakat âli, adi, hiçbir mektepten şahadetnamesi, hiçbir ilim ocağından icazeti yoktu. Beyin, bu yokluktan asla cesareti kırılmayarak o kendini her şey için mezun sayardı. Şahadetname almadaki mahrumiyeti Reyhan’ın mektep görmemiş olmasından değildir. Aksine onun gördüğü mektepleri değme allameler görmemiştir. Ne mülki, ne askerî rüştiyeleri, ne Frerler Mektebi ne Mülkiye Tıbbiyesi, ne Mekteb-i Sultani ne Mülkiye-i Şahane, bunlardan girmediği hiçbiri kalmamış, her birinde birer ikişer yıl bulunmuştu. Babası zengince olduğu için çocuğun canı hangi mektebi isterse oraya gönderir, mahdum bey bulunduğu mektepten hoşlanmazsa hemen oradan alır, daha eğlenceli saydıkları bir başkasına verirdi. Babasının bu hâline bakılırsa çocukları sıkmadan eğlence tarzında öğretme usulü taraflısı olduğu anlaşılıyor.
Babasının ölümünden sonra Reyhan resmî dairelerden birkaçına girdi. Deniz hamamları kiralamak, sekiz on kira arabası işlettirmekten başlayarak piyasadan afyon alıp satmak derecelerine kadar ticaretini genişletti. Fakat bunların hiçbirinden kâr etmek şöyle dursun büyükçe zararlara bile uğradı. Fazla kazanç için miras parasını tehlikeye sokmaktan vazgeçerek, sonları şüpheli ticaretlerden nihayet çekildi. İdaresini gelirine uydurarak geçiniyordu; ama bir mesleği olmaması bir zaman canını sıktı. Sonra ara sıra gazetelere makaleler göndermek suretiyle muharrirlik namını takınarak o derdine de çare bulmuş oldu. Hiçbir meslekte dikiş tutturamayanların en sonunda yazı işine dökülmeleri muharrirliğin şerefini yükseltecek hâllerden değildir. Lakin bu mesleğe girmekteki saik açlık değil de böyle Reyhan gibi bir meşguliyet aramaktan ibaretse, böyle irat sahibi yani karnı tok muharrirlerin -ki çok azdırlar- parasız karaladıkları makaleler gazete sahiplerince en faydalı eserlerden sayılır. … gazetesi ara sıra havadis ve makale kıtlığında Reyhan Bey’in münasebetli münasebetsiz yazılarıyla sevine sevine sütunlarını doldururdu. Yazı yazmakla geçinmekte akıllıca bir usul bulmuş muharrirlerden birkaçı Reyhan’ın etrafını alarak kalemindeki dâhilere yakışır kudreti şaşkın, avlayıcı övmelerle parlattıkça parlatmak suretiyle zavallıyı inandırarak, sürümsüzlükten kapanmak üzere bulunan mecmualardan birinin başmuharrirliğini buna kabul ettirmişlerdi. Mecmua, birkaç ay Reyhan’ın kaleminin himmeti… estağfurullah, parasının himmeti ile çıkarıldı. Kâr olursa arkadaşlara, zararı hep kendisine ait olmak gibi acayip bir şartla yanılarak üstüne almış olduğu bu işin şerefi Reyhan’a pek tuzlu oturdu. Bunu tecrübe ederek anladıktan sonra “banyolar” (deniz hamamları) kiralamayı yüzde yüz kârlı bulmuştu. Birkaç defa bu yolda dolaba uğradı. Birkaç yüz lira dolandırıldı. Borç istemek ricasıyla ara sıra kendine başvuran düşkün muharrirlere “Bıktım sizden… Büyük bir servet sahibi olsam, fasulye piyazıyla soğuk sahnelerde sıçraya sıçraya illetli olan aktörlerimizle sefalet bakımından bunlardan pek farklı olmayan muharrirlerimiz için bir imarethane kurardım.” der idi.
Müştak, Reyhan’ı bu muharrirlik münasebetiyle teklifsizce tanırdı. Kapanmak zorunda kalan mecmua sahiplerine gösterdiği yardımı bildiğinden para yokluğu yüzünden metresini elinden kaçırmak tehlikesi karşısında kalan zavallılardan da belki yardımını esirgemez hülyası ile bu kerim dostuna başvuruyordu.
Reyhan, uzun boylu, enli omuzlu, buğday tenli, gür bıyıklı, sık kaşlı, iri siyah gözlü otuz beş yaşlarında yakışıklı bir delikanlıydı.
Müştak odadan içeri girince onu “Terakki Arkasından” başlıklı bir makale yazmakla uğraşır buldu. Reyhan, kendine büyük bir muharrir tavrı vermek için Fransa’nın meşhur muharrirlerinden birini taklit ederek, şalvara yakın bir bollukta açık renk bir pantolon, sadakordan kolasız bir Frenk gömleği giymiş, parmak kalınlığında ince şerit gibi siyah bir boyun bağını gayet gevşek bir düğüm yaparak boynuna sallandırmış, gene o benzemek fikriyle pek az kestirdiği gür saçlarını alın kısmını tepeli Fizan horozu gibi kabartmıştı. Meşhur insanların yazı odalarına dair Avrupa’nın resimli gazetelerinde gördüklerinin her birinden bir fikir almak suretiyle düzelttiği çalışma odasının ortasına konulmuş ve üzerinde yığınla kitap, kâğıt bulunan bir yazı masasının önüne oturmuş; ayaklarını, kafasında boncuktan gözler parlayan iri bir ayı postunun üzerine uzatmıştı.
Reyhan, hemen ayağa kalktı, güler bir çehre ile misafirine elini uzattı, sıkı sıkıya bir toka ettiler. Müştak, dalgın bir hâlde bu deniz hamamı kiracılığından bozma muharririn karşısında bir koltuğa oturdu.
Ev sahibi gülerek:
“Pek dalgınsınız, monşer! Hatta o kadar dalgınsınız ki yazmakta olduğum şu önümdeki makalenin adına dikkat edecek kadar olsun bir fikir huzuruna malik değilsiniz.”
“Evet