Hüseyin Rahmi Gürpınar

Metres


Скачать книгу

lütufları var olsun. Semirmemek için bu usul vücuduma pek iyi geliyor. Filozofların semirmekten çekinmeleri niçindir bilir misiniz? Vücut kuvvet bulunca adamın sevda damarları kabarır. İnsanı ezip bitiren müşteheyatın61 en korkuncu sevdadır. Şehvetine mağlup olan bir kişi, öteki hususların hepsine galip çıksa gene para etmez. Krates, ‘Şehvete karşı en tesirli ilaç açlıktır.’ diyor. Bana kalsa dayağı tavsiye ederim. Birkaç ay kadar ekmekle sade suya devam edilirse de vücutta artık uykuya mâni olacak bir gerginlik kalmıyor. Bedende derman azalınca gönüldeki en şehvet uyandırıcı, en ruh aldatıcı hayaller de zayıflıyor. Lakin bazı bunun dışında kalan tabiatlar da var. Ekmek peynirle midesini avutarak döşeğine girip de zihninden pırlantalı dünya güzelleri geçire geçire sevdasını depreştirenlere ne demeli? Bakkalın bir dilim peynirinin uyandırdığı hararet mucizesiyle öyle haddinden dışarı hayaller görenlere meşe sopasından âlâ ilaç olur mu? Âlem bu yavrum! Âlem… Ha, bu sade suya âşıkların makûsları da vardır. Onlar da dünyanın en lezzetli besleyici gıdaları ile sevdalarını harekete muvaffak olmayan zavallılardır. Ben bunları sopaya evvelkilerden ziyade müstahak görürüm. Evet âlem bu! Türlü türlü… Bak (Hami’ye hitaben) ananla sen sevdalılığın bu iki çeşidinin de dışındasınız. Siz ikiniz yiyip içerek kuduran takımdansınız. Gönülleriniz bostan dolabı kovalarına benzer. Akarsu kolaylığı ile sevda içinize dolar dolar boşalır. Her gün başka bir güzele gönül verirsiniz. Hele ananın gönlü! Gönül değil âdeta bir aşk ve heves limanıdır. Uğrayan gemilerin haddi hesabı yok.”

      Hami’nin sabrı artık tükendi. Hiddetten gözleri büyüyerek bağırdı:

      “Feylesof efendi, salondan gider misin? Yoksa Ali Ağa’yı getirteyim mi?”

      Alaylı bir gülümseme ile:

      “Yok yavrum yok! Dayağa lüzum görülecek kadar semirmedim. Daha vücudumda sopa ile eritilecek kadar et yağ peydah olmadı.”

      “Yetişir!”

      “Bir gün Krates sokakta giderken…”

      Haykırarak: “İlahi Krates kadar kafana taş insin… Bıktım o menhus sinik fıkralarından…”

      “Hami!.. Pirime dil uzatma. Bir deri bir kemik kalmış olsam gene onu müdafaa için Ali Ağa’nın sopasına vücudumu arz etmekten çekinmem.”

      “Gider misin? Göndereyim mi?”

      Filozofça düşünerek: “Peki gidiyorum. Bu seferlik şeytanın ayağını kırarım. Zararı yok. Fakat biraz semireyim, o zaman yapacağımı bilirim.”

      4

      Tuhaf Bir Teklif

      Müştak Bey, acısının şiddetinden ne yapacağını, nereye gideceğini, hatta o dakikada nerede bulunduğunu bilmiyordu. Bir uyurgezer gibi yürüdüğü sokağı fark etmeden, bastığı yeri bilmeden, karşısındakini görmeden, ötekine berikine çarparak, her çarptığından bir azar işiterek gidiyordu. Hayır, âdeta koşuyordu. Böyle çabuk çabuk; fakat etrafında olanlardan habersizce ne zamandan beri yürüdüğünü ve daha ne kadar yürüyeceğini bilmiyordu. Yalnız bir aralık ter içinde kaldığını anladı. Birdenbire durdu. Gideceği noktayı tayin etmek ister gibi düşündü. Etrafına bakındı. Dört yol ağzı geniş cadde, çifte tramvay hattı, demir parmaklıklı Terkos Havuzu, karakol, yüksek evler, kışlalar… Kendinin Beyoğlu’nda, Taksim’de bulunduğunu anladı. O zaman biraz aklını başına toplar gibi olarak:

      “Demek ben Aksaray’dan buraya kadar âdeta uykuda gibi gelmişim. Şimdi nereye gidiyorum?”

      Kendi kendine sorduğu bu sualden ürktü. Daha ziyade terlemeye, kanı beynine hücum etmeye başladı. Hemen her tarafı titreyerek:

      “Arpa zamanı bütün istekli adımlarını ahırına doğru atan yorgun eşek gibi benim adımlarım da haberim olmadan o tarafa doğru gidiyor. Benzetme biraz, biraz değil, çok kaba… Kaba ama tamamıyla benim hâlim böyle değil mi? Ben onun için cayır cayır yanıyorum. Acaba o benim için sobada ısınmış kadar bir sıcaklık duyuyor mu? Onun sevgisinden haydi benim gönlüm tutuşsun, kalbim buna dayansın. Fakat bu aşk yangınına para dayanıyor mu? Aşk ve alakaya karşı kaçıncı medeniyet asrında sigorta şirketleri kurulacak? Hani ya öyle bir hayırlı şirket olsa… Taksit parasını her ne olursa olsun verir, her çeşit sevgi belasına karşı en önce ben gönlümü sigortalardım. Mahalle yangınlarındaki kayıplar tahta ve eşyadır. Ama sevda yangınında doğrudan doğruya insan yanıyor. Şimdi ben ne yapacağım? Matmazel Parnas bir haftadır mis gibi burnumda tütüyor. Onu bugün bir koklamak bana iki yüz liraya oturacak. O kadar param olsa bir dakika geçirmem. Gider koklarım. Ne yapayım yok… İki yüz kuruşum bile yok… Yok… Yok… Burada biraz daha dursam hemen gidip kapıyı çalacağım. Belki o da şimdi beni bekler. Evet hemen gideceğim, sonra parasızlığım anlaşılacak. İş fena olacak. Böyle bir felakete uğrarsam hemen İstanbul’a eve dönmeli… Kuyunun ipini kovadan çözüp boynuma bağlamalı. Yahut ne zahmet, ipi bağlamadan kendimi atıvermeli. Ay, bilmem nasıl etmeli? O kadar şaşırdım ki kuyuda boğulmanın kolayını bile bulamıyorum. Bana bugün iki yüz lira borç verecek bir dostum olsa… Ne kuyu düşünürdüm ne sarnıç. Böyle fena şeyler hiç aklıma gelmezdi. Lakin nerede öyle dost? Ne sarrafa yüzüm kaldı ne odacıya. Beş altı mecidiye kadar borç ettiğim zamanlar oldu. Aklıma geldikçe kendi kendimden utanıyorum.”

      Birdenbire elini alnına götürerek: “Reyhan, Reyhan… Kaç gündür niçin aklıma gelmedi bu Reyhan? Reyhan iyi çocuktur. Ayda yüz liradan ziyade iradı olduğunu söylerler. Çoluğu yok, çocuğu yok. Dolabında bir dostuna borç olarak verecek birkaç yüz lirası bulunmazsa ayıptır. Dolandırmak için almıyorum ya! Elbette ödeyeceğim.”

      Zaman kasım ayı ortaları idi. Yürürken sokağın çamurları içinde sararmış yapraklar çiğnediğimiz bir mevsim. Müştak saatine baktı: Dört buçuk. Kendi kendine “Şimdi gidersem belki evinde bulurum.” dedi.

      Bir arabaya yanaştı. İçine girdi. Arabacıya “İstanbul, Süleymaniye.” diye haykırdı.

      Müştak, Mülkiye Mektebinde orta derecede bir diploma ile çıkmış yirmi altı, yirmi yedi yaşında bir gençtir. Fakat edebiyat ve ilim kudretini orta değil âlânın âlâsı sayar. İktidarının ölçüsü demek olan elindeki diplomanın orta göstermesini edebiyatça, fence hocaları ile arasındaki fikir ayrılığı ve görüş farkından doğan bir haksızlık sayar. “Filan dersten az numara almışsın.” diyene Avrupa’nın ilim ve edebiyatça ünlü adamlarından birkaçını sayarak, “Bugün dehalarının ışığı ile medeniyet ufuklarını aydınlatan filan, filan zatlar şu şu derslerden sıfır almamışlar mıydı?” karşılığını verir.

      Müştak’ın kendisince kudret ve istidat bakımlarından aynı ayarda tutmak istediği Avrupa meşhurları ile kendi arasındaki küçük fark, onların yüksekokuldan sonra çalışıp öğrenmenin arkasını bırakmamış olmaları, bizim beyefendinin ise kendini hovardalığa kapıp salıvermesidir. Bu sevda şiddeti, bu hırçınlık neden ileri geliyor? Kendine sorsanız “Aşırı zekâdan.” karşılığını alırsınız. Ne yapalım? Sıcak ülkelerin biberi gibi bizdeki zekilerin pek keskinleri de çapkın çıkıyor.

      Avrupa günlük gazeteleri ve dergilerinden birkaçına abonedir. Bu gazeteler, mecmualar haftada, on beş günde, ayda gelir, yazıhane üzerinde, kütüphane dolaplarında, şurada burada yığılır, tozlanır. Beyin vakti olmaz ki üç dört sahife kessin de bunlardan bir makale, bir bahis, bir fıkra okuyabilsin. Okuma isteği, öteki havai işlerine üstün geldiği zamanlarda bu birikmiş eserlerden birini eline alır. Fihristine bir göz gezdirir. Beğendiği, faydalı gördüğü bahislere kırmızı kurşun kalemiyle işaret çeker. “Vaktim olursa inşallah bir gün bu işaretli bahisleri dikkatle okuyayım.” der.