dokuz, on yaşta bir Türk çocuk biliyor o kadar ki Fransız gramerien’ler bilmiyorlar böyle?”
“Çok laf yok… Doğrusu je suis ètè olacak. Anladın mı sinyor patates?”
“Ben patates?”
“Ben olacak değilim ya, sen… Baban da bayır turpu!”
“Benim babam bayır turp? Bu bana dolu bir insult (hakaret)!”
“Hımbıl! Laf boş olacak değil ya elbette dolu olacak.”
Fransız gözlerini dört açarak:
“Allons donc imbécile! Tu désires que nous changions notre grammaire pour te plaire.” (Haydi oradan ahmak! Sana hoş görünmek için gramerimizi değiştirmemizi mi arzu ediyorsun?)
Hami imbécile hakaretini işitince hemen balık gibi yüz üstü odanın ortasına upuzun atılarak ağlama ile yangın kulesi bekçilerinin “Niyyyyaaavvv…” diye çıkardıkları gürültülü ses arasında uzun acı bir feryat kopardı.
Çocuğun bu çirkin avazı çok büyük bir acıya veya teessüre işaret olduğu yalı halkınca tecrübe edilmişti. Sanki evin bir tarafı birdenbire parlayıvermiş gibi bu sesi işiten elinden işini bırakarak küçük beyin imdadına koştu. Odanın içi hemen yarım dakikada başları örtülü örtüsüz kadınlar, birçok uşaklarla doldu.
Daha işin ne olduğu anlaşılmadan Firuze Hanımefendi “Evladıma ne yaptınız? Herifler, karılar söyleyiniz bakayım, yavrucuğuma ne oldu?” diye acayip sorularla kalabalığı yararak odaya girdi.
Bir nara ile bütün yalı halkını başına toplayacağını bilen Hami haykıra haykıra Fransızca hocasına ne ağza alınmaz koyu küfürler fırlatıyordu! Biri bu küfürleri dinleseydi bu kadar ayıp sözleri o yaşta bir çocuğun nereden ve nasıl öğrenmiş olduğuna şaşardı.
Firuze Hanım: “Doktor nerede? Yavrum hiddetle tıkanacak, bayılacak. Canım, kâhya efendiyi bulun. Ben ona çocuğun celalli olduğunu Frenk’e anlatsın demedim mi?”
Hami, hocasına söverken, annesi son derece tatlılıkla alnından, yanaklarından okşayarak:
“Eh yavrum! Eh gülüm! Evet. Evet, dediğin gibi olsun meleğim. Oh. Oh, pekâlâ.”
Kâhya efendi yetişir. Doktor gelir. Küçük beyin sinirlerini yatıştırmak için kordiyaller50 yapılır. Sonunda hoca ile çocuk arasındaki anlaşmazlığın neden çıktığı anlaşılır.
Hep çocuğa hak verildiğini, bütün ona inanıldığını görerek şaşırıp kalan muallim o kalabalığa:
“Bu çok ayıp… Ne vakit bir çocuk bağırıyor bu kadar adam geliyor. O ne söylüyor, hep inanıyor. Yalnız çocuk değil terbiye yok… Siz hep yok…”
Hami Bey bağırarak:
“Imbécile onun kendisidir. J’ai été değil, je suis étè’dir işte.”
Kâhya efendi hocanın kulağına: “Mösyö Jan rica ederiz, çocuk ne derse sen de öyledir de.”
“O… Bu çok drole…51 Çocuk ne vakit diyor ‘Kâhya efendi baba dört ayak vardır, kulakları yüksektir.’ biz inanacak ki böyledir.”
Hanımefendi bir aralık ortadan kaybolur, gene gelir. Mösyö Jan’ın eline gizlice, en aşağı on beş lira eder bir altın saat sıkıştırarak yavaşça:
“Rica ederim kuzum mösyö… Sözünü geri al, çocuğun dediğini tasdik et. Yavrumun kanı başına sıçramış.”
Mösyö Jan saati görünce hiddetlenmekle kabul etmek arasında şaşırmış bir tavırla:
“Yok madam, efendim hanım! Siz böyle benim ahlak bozacak yerde ne vakit onun ahlak yapıyor, daha iyi oluyor.”
“Mösyö pek ziyade rica ederim.”
“Her ne vakit bir karı yalvarıyor, biz olur diyor.”
Muallim çocuğun önüne girerek:
“Ben yanlış yaptı, verbe être, passé indéfini yok j’ai été fakat je suis été. Benim bu yanlış affeder.”
Hami, bu üstünlüğünden ileri gelen bir hor görürlükle:
“Ya ben sana demedim miydi? Mırmırık boza suratlı herif!”
Mösyö Jan, Galile’ye engizisyon mahkemesi önünde sözünü geri aldırdıkları gibi bir çocuğun hatırı için gerçeği inkâr ettikten sonra hemen kendini bahçeye attı. Orada çok büyük bir şemsiye gibi açık bir fıstık ağacının altında denize karşı nargilesini guruldatan Farisi hocasıyla, gözlerini süze süze her yudumu göbeğine kadar çekerek kahve içen Arabi muallimine rastladı. Bunlar Mösyö Jan’ı güler yüzle karşıladılar. Hami’nin bu densizliği onlar için yüz defa tekrarlanmış bir şeydi.
Arabi hocası kahveyi yere bırakarak:
“Müsü! Bu yalıda öyle muntazam ders okutmak yok… Çocuk ne derse öyle olacak. Yemekler güzel, hem bol. Bana âlâ yahni, kaymaklı nefis tatlılar… (Farisi hocasını göstererek) Murtaza Efendi için cilav, zerdeli hindi, sana mükemmel buyyon, lezzetli biftek… Bunları yemeli, sonra bu ağacın altına oturup kahveyi, cıgarayı da çekmeli. Dikkat olunacak nokta, yalnız ders sırasında çocuk mastara emir sıygasıdır dese katiyen zıddına basmamalı. Hemen evet demeli. Bak sinyor cenapları bu konakta bir âdet vardır. Küçük beyle çıkacak ilk çatışmada hocayı yola getirmek için eline bir altın saat verirler. İkinci patırtıda on lira, üçüncüde kapı dışarı ederler. Biz Murtaza Efendi’yle saatleri ve sonra altınları aldık. Şimdi beyi gücendirmemeye gayretle keyfimize bakıyoruz.”
Farisi hocası marpucu ağzından çıkararak gevşek gevşek uzun bir gülümseme ile başını sallaya sallaya:
“Hiç böyle tuhaf püser daha görmemişem. Derse dikkati yoktur, lakin zekidir. Geçende ister idi ki beni hiddete getirsin, ders sırasında iddiaya başladı ki amuhten mastarı52 armuttan alınmıştır, manası da çok tatlı olmak demektir.”
Arabi hocası: “Vallahi meseleye ağzım sulandı Murtaza Efendi.”
“Ben saati koynuma koymuşam, liraları keseye atmışam. Bilirem ki gayrı kalan kovulmaktır. Amuhtenin muşmuladan çıktığını iddia etse daha redde mecalim yok. Cevap ettim: ‘Beli beyim yahşi söylüyorsan, pek doğru, amuhtenin aslı armuttandır. Biraz daha büyür isen lügat babası olacaksın.’ Bu sözüme çok hoşlandı. Anasına medih olunmuşam. Ertesi günü hanımefendi beni kapı ardına çağırdı, ‘Öğretmenden memnunum Murtaza Efendi. Çocuğu güzel okutuyorsun.’ iltifatıyla beş lira ihsan buyurdu. Alıram liraları, çekerem nargileyi… Dahası mene gerekmezdi köpeoğlu!”
Mösyö Jan yarı yarıya anlayabildiği bu garip sözleri dinledi. Kendi kendine Je ferai autant que ces messiers, (Ben de bu efendiler gibi yaparım.) dedi.
Bir zaman sonra Hami ile aralarında çıkan ikinci bir anlaşmazlıkta muallim cenapları cebine on lira atarak Fransız dilinin temel kurallarından bazılarını inkâr etti. Beyefendinin keyfini yerine getirdi. Fakat üçüncü anlaşmazlıkta Mösyö Jan öteki hoca efendiler kadar geniş yürekli olamadı, yalıdan kovuldu. Valizini bir hamala yükletip kapıdan çıkarken Hami’nin irili ufaklı köleleri, cariyeleri bütün oyun ve rezalet hizmetçileri yumruklarını birbirine vurarak “Sen yok profesör, ben profesör! Ben yok çocuk, sen çocuk…” yaygaraları şu son saygıyı da esirgemediler!
Milliyetçe Fransız olan hocaların inatları, Mösyö Jan gibi birkaçında