Зия Гёкальп

Türk Medeniyet Tarihi


Скачать книгу

efradı “Ak Kemikler” zümresini teşkil eder. Mahkûm olan budunlar “Kara”dır. Bunlara “Kara Ulus, Gün Oymak” da denilir: “İlini, ulusunu aldı gitti; ile güne karşı; il, oymak gibi.”

      Bir ilin başka illere hâkimiyeti, ilhanlıktır. İlhanlıkta yalnız hâkim olan “il”in fertleri “su”dür. Vatandaş hukukuna maliktir. İşte “Ak” ve “Kara” mefhumları bu teşkilattan sonradır ki Türk teşkilatında bir cây-i tatbik bulabildi.

      18. Menkabeler

      Dokuz Oğuz Menkabesi: Bu menkabe bize hem Çin menbaları hem de İran menbaları tarafından naklediliyor. Bu hâl gösterir ki bu menkabe eski Türklerce gayet ehemmiyetli idi. Çünkü Türklerce büyük bir ehemmiyeti haiz olmayan bir şey, Çin ve İran gibi büyük milletlerin nazar-ı dikkatini celb edemezdi. Bundan başka bu menkabeyi, gerek Çinlilerin gerek İranlıların doğrudan doğruya Türklerden aldıkları da aşikârdır. Birbirinden bu kadar uzak bulunan bu iki millet bu menkabeyi birbirlerinden alamazlardı (Bu iki menbanın rivayetleri, Köprülüzade Fuad Bey’in “Türk Edebiyatı Tarihi” ismindeki eserinin Birinci Kitabının 71 ve 72. sahifelerinde muharrerdir).

      Bu menkabeye göre Dokuz Oğuzlar evvelce “Kamlancu” adı verilen bir ülkede otururlarmış. Burada “Tuğla” ve “Selenge” adlı iki ırmak akarmış. Bir gece oradaki iki ağacın üstüne gökten bir nur sütunu indi. Bu ağaçlardan biri “Sumu” yani “Hûş” yahut “Kayın” ağacı (Boule-au), diğeri “Fusûk” yani “Cihângüşâ’ya”42 göre “Çam Fıstığı”, Mahmud Kaşgarî’ye 43 nazaran “Fındık” ağacı idiler (Bu ağaçların ileride görülecek olan dinî ve sihri kudretleri bu nurdan gelmiştir). Bu ağaçlardan birinin karnı şişti. Dokuz ay on gün sonra ağacın karnında bir kapı açıldı. İçeride ağızlarında gümüş emzikler bulunan beş erkek çocuk göründü.

      Daha çocuklar doğmadan, bu ağaçların etrafında otuz kadem nısfkutrunda gümüşten bir daire vücuda gelmişti. Ağaçlardan musiki sesleri işitilirdi (Musikinin dinî ve sihri bir kudrete malik olması da bundan ileri geliyor). Gökten inen nur sütunu orada “Yeşim”den bir kaya vücuda getirmişti (Yeşim’in dinî ve sihri kudreti de buradan gelir). O civardaki Türkler, bu çocukları büyüttüler. İsimlerini “Sungur Tigin, Kutur Tigin, Tükek Tigin, Or Tigin, Bögü Tigin”44 koydular. Bunlar on beş yaşına gelince baba ve analarını sordular. Türkler onları iki ağacın yanına götürdüler: İşte bunlardan biri babanız, diğeri ananızdır, dediler (Hûş ağacının baba, çam fıstığının ana olması lazım geldiğini ileride göreceğiz). Çocuklar ağaçlara, büyük bir hürmet gösterdiler. Sevgili anamız, babamız! diye samimi muhabbetlerini arz ettiler. O zaman ağaçlar da dile gelerek, evlatları hakkında hayır duada bulundular.

      Nihayet, bir gün halk toplanarak “Bögü Tigin”i “Han” intihap ettiler. Çünkü Bögü her boyun dilini ve obalarının sayısını biliyordu. Bögü’nün üç “Karga”sı vardı ki her yerde olup biten şeyleri kendisine haber verirlerdi (Çocukların hâlâ kargalardan haber sorması bundan ileri gelir).

      Bögü Tigin bir gece rüyasında beyazlar giymiş ve elinde beyaz bir asa tutan ak sakallı bir adam gördü. Bu ihtiyar “fıstık” şeklinde bir yeşim taşı göstererek (Semavi nurdan husule gelen kaya olmalı!): “Türkler bu Kut Dağı’nı ellerinde tuttukça dört bucağa hâkim olacaklardır.” dedi.

      Bögü Han bir gece otağında uyumak için yatağına girmişti. Birdenbire pencerenin açıldığını, içeriye semavi bir kızın girdiğini gördü. Bu kız, meleklerden daha güzel, perilerden daha cazibeli idi. Böğü Han neye uğradığını anlayamadığından gözlerini kapayarak kendisini uyur gibi gösterdi. Kız sağa döndü, sola döndü, Genç Hakan’ı uyandırmak için çok çalıştı. Fakat bir türlü uyandıramadı. Nihayet ümidini keserek pencereden çıktı, gitti. Ertesi gece kız yine geldi. Genç Hakan yine kendisini derin bir uykuya dalmış gibi gösterdi. Kız yine bu uykucu hükümdarı uyandıramayarak çekildi gitti. Sabah olunca, Bögü Han, kızın yine geleceğini düşünerek buna bir çare bulmak üzere işi vezirine açtı. Vezir dedi ki: “Hakan’ım, bunda korkacak bir şey yok. Belki hepimizin sevineceğimiz bir fâl-i hayr var. Bu kız bir ilahe olmalı. Gelişi size kutlu bilgileri öğretmek içindir. Yarın gece yine gelirse artık kendinizi uykuda göstermeyiniz. O zaman ne için geldiğini anlarsınız.”

      Üçüncü gece kız yine geldi. Fakat bu kere Bögü Han onu ihtiramla karşıladı ve ona bir ilaheye arz edilmesi lazım gelen ihtiramı gösterdi. Bu kız; vezirin keşfettiği gibi, gerçekten bir ilahe idi. Bögü Han’a yeni bir din öğretmek için gelmişti.

      “Gök-Kızı”, Bögü Han’a, “Arkamdan gel!” dedi, genç hükümdar ilaheyi takip etti. Az gittiler, uz gittiler. Dere tepe düz düz gittiler. Nihayet “Ak Dağ”a ulaştılar. Orada “Bögü Han”a yeni dinin gizli hakikatlerini anlatmaya başladı. Bundan sonra her gece Gök Kızı otağa gelir, Bögü Han’ı Ak Dağ’a götürürdü. Bu hâl yüzlerce geceler devam etti. Bögü Han yeni dinin bütün sırlarını öğrendi ve bütün dinî ve sihri kudretlere mazhar oldu. Bir gece, artık bu esrarengiz mülakatların son gecesi idi. Gök Kızı, veda ederken dedi ki: “Yerde, gökte ne varsa hepsini öğrendiniz, ben artık gelmeyeceğim. Yarından itibaren, dünyanın dört bucağını fethe başlayınız. Ve gösterdiğim yolda adalet yapınız. Size öğrettiğim hakikatleri, her tarafa yayınız!”

      Sabah olunca Bögü Han, kardeşlerini çağırdı. Her birini bir orduya nasb ederek boyları dört bucağın fethine gönderdi. Kendisi de büyük bir ordu ile Çin’in üzerine yürüdü (Dört bucağın din kudsiyetini de ileride göreceğiz). Hepsi seferlerinde muvaffak oldular. Bögü Han kardeşlerine demişti ki: “Tabii insanlar ve güzel hayvanlar ve nebatlar gördükçe daima ileri gidiniz! Fakat başı insan, vücudu hayvan; yahut başı hayvan, vücudu insan olan çirkin mahluklar görmeye başladığınız anda artık ilerlemeyiniz. Çirkin mahluklu ülkeler bize yaramaz!” (Bögü Han çirkin olan mahlukları hâkimiyet altına almak istemiyordu. Türklerde bediî zevkin eskiliği bununla da anlaşılır). Nihayet mukarrer olan zamanda “Balasagun” sahrasında bütün ordular toplandı. Bögü Han esir edilmiş olan bütün hükümdarları birer birer huzuruna kabul etti. Bunlar hep güzel çehreli, fikirli, dirayetli insanlardı. Hepsini yerli yerlerine kendisine tabi bir “hidiv” olmak üzere iade etti. Yalnız Hint hükümdarı, çirkin bir adam olduğu için huzuruna kabul etmedi. Onu “hidiv” olarak memleketine de göndermedi (Bögü Han Dini, bediî bir din olduğu için, Bögü Han, çirkinleri hükümdarlık mevkine layık görmüyordu).

      Bögü Han’dan otuz göbek sonra torunlarından “Yulun Tigin”45 tahta çıktı. O zaman Çin’de, “Tang Sülalesi” hâkimdi. Çinliler Türklerden korktukları için “Tapûr” “Kie-Lien” adlı kızını hakanın oğlu “Gali Tigin”e göndermeye karar verdi. Bir elçi refakatiyle prensesi gönderdi. Elçi yolda Türklerin satvet ve şevketinin Kut Dağı adlı bir Yeşim Kaya’dan ileri geldiğini öğrendi. Yulun Tigin’e dedi ki: “Hükümdarım size en kıymetli mücevherini gönderdi. Siz de karşılık olarak ona bir hediye göndermek isterseniz bizce makbule geçecek Kut Dağı kaya parçasıdır. Bu kayanın sizce hiçbir kıymeti yoktur. Bunu hükümdarıma hediye ederseniz çok makbule geçer.” Yulun Tigin, Çin medeniyetine kendi millî harsından ziyade kıymet veren, milliyetsiz bir hükümdardı. Kut Dağı’nın otuz batından beri Türklerin mukaddes bir matâfı olduğunu bile bilmiyordu. Türklerin millî mefkûresi, âdeta bu yalçın kayada temessül etmişti. Yulun Tigin bu millî timsali, bir kızın bedeli olarak Çin hükümdarına vermekte hiçbir beis görmedi. Yalnız