Mehmet Akif Ersoy

Safahat


Скачать книгу

zâr-ı fânîyi,

      Vücûd çekmeyecek ömr-i câvidânîyi,

      Bu bâr-ı müdhişin altında titreyip dizler,

      Dayanmıyor üç adımdan ziyâde dûş-i beşer!

      Ağır ağır gidiyorken cenâze kâfilesi,

      Nihâyet oldu musallâ birinci merhalesi.

      Çıkınca üstüne son minberin hatîb-i memât,

      Açıldı dîde-i im'âna perde perde hayât.

***

      Senin en son serîrindir şu bî-pervâ uzanmış taş,

      Ki nermin hâb-gâhından çıkar, bir gün vurursun baş!

      Elinde yok halâs imkânı, mâdâm’el-hayât uğraş…

      O, mutlak, sedd-i râhındır, aşılmaz… Muktedirsen aş!408

      Musallâ: Müncemid bir mevcidir eşk-i yetîmânın;

      Musallâ: Âhıdır, berceste, mâtem-zâr-ı dünyânın;

      Musallâ: Minber-i teblîğidir dünyâda, ukbânın;

      Musallâ: Ders-i ibrettir, durur pîşinde irfânın.409

      Bu minberden iner nâsûta en müthiş hakîkatler,

      Bu yerden yükselir lâhûta en hâlis kanâatler.

      Civârından geçer zulmette bî-pâyan hayâletler:

      Kefen-ber-dûş geçmişler, kalan üryan sefâletler.410

      Babam, kardeşlerim, evlâdım, annem… Belki bunlardan

      Muazzez bildiğim kıymetli birçok yâr-i cân el'ân,

      Bu taştan atfeder, zanneylerim, dünyâya son im'ân…

      Benim rûhum bu heykelden duyar hâmûş bin efgân!411

      Serîr-i saltanatlar devrilir, altüst olur dünyâ;

      Müşeyyed bürc ü bârûlar düşer bir bir, bu taş hâlâ,

      Zamânın dest-i tahrîbiyle, durmuş, eyler istihzâ;

      Bütün mevcûda hâkim bir adem timsâlidir gûyâ.412

      Namaz kılındı; dua bitti. Kârban, yoluna

      Düzüldü taht-ı memâtın girip birer koluna.

      Yarım saat henüz olmuştu. Yolcular durdu;

      Demek ki; komşusu dünyânın âhiret yurdu.

      Cenâze indi omuzdan yavaş yavaş, sonra,

      Sokuldu servilerin ortasında bir çukura.

      Atıldı üstüne üç beş kürek kemikli çamur,

      Kabardı toprağın altında bir çıban, bir ur!

      Evet, çıban, ki yatan duymuyorsa dehşetini,

      Dönün de arkadakinden sorun fecâatini;

      Sükûn içinde uyurken şu bir yığın toprak,

      İlel'ebed o küçük rûh çırpınıp duracak!..

      İstiğrâk

      Tasavvur et ki muzlim bir şeb-i ecrâm-ı nâ-peydâ:

      Yatar heybetli âgûşunda dûrâdûr bir feyfâ;

      Düşen gümrâh için yol bulma yok emvâc-ı zulmetten;

      Gidilmez… Her adım attıkça bir girdâb olur rehzen;

      O rîkistâna batmış, çalkanan seyyâh-ı âvâre,

      Nasıl müştâk ise bir nûra, bir necm-i rehâkâre,

      Sana ey lem'a-i ümmîd ben de öyle müştâkım;

      Görün bir kerre, zîrâ pek karanlık oldu âfâkım!413

      Geçir pîş-i hayâlinden ki cûşâcûş bir umman:

      Nişandır yükselen her mevc-i tûfan-hîzi bir dağdan;

      Ölüm var, kurtuluş yok, sâhil-i imdâd uzaklarda;

      Demâdem rûh titrer korkudan donmuş dudaklarda.

      O coşkun unsurun savletleriyle uğraşan kimse,

      Nasıl eyler tehâlük bir kenâr-ı tesliyet görse,

      Muhât-ı lücce-i ye's olduğum bir böyle hâlimde,

      Senin tayfın da aynıyle o sâhildir hayâlimde414

      Düşün âvâre bir mâder ki: Evlâdından olsun dûr;

      Tahayyül eyle yâhut bir yetîm-i hânümân-mehcûr;

      O bedbahtın nasıl evlâdı hiç gitmezse yâdından;

      Nasıl çıkmazsa mâder, öksüzün bir dem fuâdından;

      Benim yâdım da, ey ârâm-ı can, yâd-ı güzînindir.

      Ne yapsam çünkü manzûrum, senin feyz-i mübînindir:

      Çemen emvâc-ı nûrundur, fidanlar yâl ü bâlindir;

      Sulardan akseden sûret cemâl-i lâyezâlindir.415

      Hırâm-ı nâzenînindir o raksan mevceler cûda;

      Mutarrâ nükhetindir gizlenen ezhâr-ı hoş-bûda.

      Leyâlin sînesinde hâba dalmış nâzenîn eshâr,

      Eder gîsûna yaslanmış cebîn-i pâkini ihtâr.

      Nigâhından saçılmış lem'alardır pîş-i hayrette

      Yüzen ecrâm-ı nûrânûr bahr-i sermediyyette.

      Zemin lebrîz-i âsârın; semâ pâmâl-i envârın:

      Avâlim hep merâyâ-yı nazar pîrâ-yı dîdarın.416

***

       Çekilmek istemiş de subh-dem bir câ-yı tenhâya,

       Oturmuş sâhil-i deryâya, dalmıştım temâşâya.

       Henüz âfâk açılmıştı: Semâ mahmûr idi hattâ

       Nümâyân olmamıştı hâb-gâhından güneş hâlâ…

       Derin bir samte müstağrak, leb-i deryâda hiç ses yok…

       Sabâ durgun, sular durgun, bütün eşyâda durgunluk!

      O ferş-i nîlgûn üstünde, tıfl-i nâzenin-vâri,

      Uyurken dâye-i bîdâr-ı subhun tıfl-ı envârı;

      Güneş, pîşinde dağlar perde-dâr olmuş, harîminden

      Görünmüş, sonra şehrâhında yükselmişti tedrîcen.

      Teâlî eyleyince bir zaman bâlâ-yı kudrette,

      Ziyâlar mevc mevc oldu o pehnâ-yı rükûdette.

      Bu cûşişler o dalgın havz-ı sîmîni uyandırdı;

      Sabâ enfâs-ı sevdâ-perveriyle dalgalandırdı.

      Açıklardan gelen emvâc-ı peyderpeyle, sâhilden

      Demâdem oldu vecd-efzâ, hazin bir nağme, bir şîven.

      Kulak verdim o âhenge; meğer âheng-i şi'rinmiş!

      O cûşiş-zâr olan