vahy-i bülend kudretiyle
Telkîn ediyor lisân-ı hâli!
Ondan da alınmıyorsa ibret,
Yok bir daha almak ihtimâli!
Binlerce vücûd-i nâzenînin
Bir servi hayâl-i yâl ü bâli.
Binlerce ser-i semâ-güzînin
Bir kabza türâb olur zevâli.
Her seng-i mezâr bin hayâtın
Fânilere karşı infiâli.
Görsün de bu inkılâbı insan,
Dehrin nedir anlasın kemâli!
Zâir bu hakâikın önünde
Hâlâ mı bırakmadın hayâli?
Gül, Bülbül
Konduğu her gusn-i ter minberidir bülbülün,
Zemzeme addettiğin hutbesi, faslu’l-hitâb.
Reng-i hakîkat nedir, fark eden ebsâr için,
Goncada matvî duran her varak ümm’ül-kitâb.
Tercümedir
Kendi feryâdımdır ancak ses veren feryâdıma…
Kimseler yok, âşinâdan büsbütün hâlî diyâr.
«Nerde yârânım?» diyorken ben bülend âvâz ile,
«Nerde yârânım?» diyor vâdî, beyâbân, kûhsâr.
Tercümedir
Nühüfte kalb-i ketûmunda leyl-i deycûrun,401
Seninle biz iki âvâre-ser idik gûyâ:
Ki tâ ebed kalacak muhtefî nazarlardan,402
Meğer ki onları etsin lisân-ı subh ifşâ!
Hüsrân-ı Mübîn
Başlattığı gün mektebe, duydum ki, diyordu,
Rahmetli babam: «Âdem olur oğlum ilerde.»
Annemse, oturmuş, paşalıklar kuruyordu…
Âdemliği geçtik! Paşalık olsun, o nerde?
Âmâli tezâd üzre giderken ebeveynin,
Hep böyle harâb olmada etfâl ara yerde!403
Âhiret Yolu
Sokakta sâde bir «âmîn!» sadâsıdır gidiyor:
Mahalle halkı birikmiş, imam duâ ediyor.
Basık bir ev; kapının iç yanında bir tâbût,
Başında çınlayan âvâzı dinliyor, mebhût.
Denildi: «Fâtiha!», âmîni kestiler; bu sefer,
Göğüsler inledi, derken, açık duran eller,
Hazîn alınları bir kerre okşayıp indi;
Deminki zemzemeler bir zaman için dindi.
Duyuldu sonra imâmın nidâ-yı mağmûmu,
Diyordu:
– Söyleyin, Allâh için, şu merhûmu,
Nasıl bilirsiniz ey Müslümanlar?
– İyi biliriz!
– Yarın huzûr-i İlâhîde toplanıp hepiniz,
Bu yolda hüsn-i şehâdet edersiniz ya?
– Evet!
– İmam efendi, helâllik de iste, merhamet et…
– Helâl edin hadi öyleyse şimdi hakkınızı…
– Helâl edin, hadi bekletmeyin adamcağızı!
Cemâatin yüreğinden kopup «helâl olsun!»
Nidâ-yı saffeti, birden cenâze, âh-ı derûn
Misâli uğradı evden; fezâda yükseldi.
İçerde başladı bir cûş-i nevhadır şimdi;
Baş örtüsüyle kadınlar gözüktü pencereden:
– Bıraktın öyle mi, en sonra kardeşim, bizi sen?
– Yıkıldı dostlar evim, barkım… Âh gitti kocam…
– Dayım melek gibi insandı; ben nasıl yanmam.
– Tamam otuz senedir komşuyuz da bir kerre,
Kızıp da «ey!» demiş insan değildi, hemşîre!
– Zavallı Remziye! Boynun büküldü evlâdım…
– Babam ne oldu?
– Baban… Öldü.
– Etme Ayşe Hanım,
Bu söylenir mi ya? Hicrân olur zavallı kıza…
– Ayol, şu öksüzü bir parçacık avutsanıza…
Açın da cumbayı etrâfa baksın ağlamasın…
Göründü cumbada baktım ki tombalak, sarışın,
Sevimli bir küçücük kız… Beşinde ancak var.
Donuk yanakları üstünde parlayan yaşlar,
Zavallının eriyen rûh-i bî-günâhı idi.
Benim o mersiye yâdımda ağlıyor ebedî.
Sefîne-pâre ki sırtında mevc-i bî-hissin
Yüzer… Önünde ademden nişâne bir engin
Çeker durur onu sâhil-cüdâ açıklarına;
Bakar mı bir taşın üstünde durmuş ağlayana?
Cenâze dûş-i cemâatte çalkalandıkça,
O tahta-pâreye benzerdi, düşmüş emvâca.404
Nasıl duyar ki uzaklarda inleyen kadını?
Nasıl görür ki yetîmin hurûş eden yaşını?
Bu hây ü hûy-i kıyâmet-nümûn içinde söner,
Samîm-i hilkati sûzân eden enîn-i beşer.405
Değilmiş öyle geniş nâlenin hudûdu meğer:
Sokak bitip dönülürken kesildi mâtemler,