Ahmet Cevdet Paşa

Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt


Скачать книгу

oturunca Bahira, onları birer birer gözden geçirdi. Hiçbirinin yüzünde aradığı işaretleri bulamadı, o bulutun da hâlâ ağaç üzerinde durduğunu gördü ve hemen, “Arkadaşlarınızdan gelmeyen var mı?” diye Ebu Talib’e sordu. O da “Yalnız küçük bir çocuk kaldı.” diye cevap verdi. Bahira, “Onun da şeref vermesini rica ederim.” deyince Ebu Talib, Hz. Muhammed’i (s.a.v.) alıp sofraya getirdi.

      Bahira, yemek sırasında dikkat edip görür ki son peygamber hakkında geçmiş peygamber ve âlimlerden rivayet edilen işaretler, tamamen onda vardır. Hemen yemekten sonra onu yanına aldı ve “Sana bazı şeyler soracağım. Lât ve Uzza hakkı için doğru söyle.” dedi. Hz. Muhammed de (s.a.v.) “Lât ve Uzza’ya yemin verme, çünkü benim dünyada en çok nefret ettiğim şey puttur.” diye cevap verdi.

      Bunun üzerine Bahira, yüce Allah’a (c.c.) yemin verdi ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) durumunu layıkıyla anlamak için soracağı şeyleri sordu. Aldığı cevaplar da kendisinin fikrini doğruladı, inancını kuvvetlendirdi. Hemen bir vesileyle Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mübarek sırtını açıp peygamberlik mührünü gördü, büyük bir edep ve hürmetle öptü.

      Beri tarafta Kureyş’in ileri gelenleri, “Bahira’nın yanında Muhammed’in (s.a.v.) ne büyük kıymeti var.” diye şaşarak konuşurlarken, Bahira, Ebu Talib’e, “Adın nedir ve bu şeref ve saadet fidanı kimdir?diye sordu. O da “Bana Ebu Talib derler. Bu da oğlumdur.” diye cevap verdi. Bahira, “Yok, onun şekli ve hâline bakılırsa bir yetim olması gerektir.” dedi.

      Ebu Talib, “Evet, benden inmiş olan bir oğul değildir fakat kardeşimin oğludur. Baba ve anası öldüğünden yetimdir. Ancak benim terbiyem altında olmasından ötürü oğlum yerindedir.” dedi. Bahira düşüncesinde isabet ettiği için memnun oldu. Artık kendisine tam bir kanaat geldi. Dedi ki: “Ey Ebu Talib! Bu çocuk peygamberlerin sonuncusudur. Şam Yahudileri içinde onun vasıflarını bilen ve işaretlerini tanıyan kâhinler vardır. Bakarsın hıyanet etmeye kalkışırlar. İyisi mi sen onu Şam’a götürme. Buradan geri çevir.” diye öğütledi. Ebu Talib de Bahira’nın sözünü tuttu. Malını Busra şehrinde sattı, hemen geri döndü.

      Âlemlerin iftiharı olan Hz. Muhammed (s.a.v.) çocukluk devrini geçirdi, gençlik yaşlarına erişti. Yüzü nurlu, sözü ruhlu, hitap ve cevabı güzel; doğruluk ve bir işi her yönüyle düşünüp taşınmada eşsizdi. Sözünde sadık, yumuşak huylu ve insanlıkça başkalarından üstündü. Bundan dolayı Kureyşliler içinde seçkin oldu, “Muhammedü’l-Emin” diye şöhret buldu.

      On yedi yaşındayken amcası Abdül-Muttalib oğlu Zübeyir’le birlikte Yemen’e gidip geldi. Bu yolculuğunda da kendisinde olağanüstü hâller görüldü. Mekke’ye dönüşlerinde arkadaşları bu hâlleri nakil ve hikâye etmekle Kureyş içinde, “Bunun sanı pek büyük olacak.” diye söylenir oldular.

      Yirmi yaşına eriştiğinde gözüne bazen melekler görünmeye başladı. Şöyle ki: Ona işaret edip, “İşte bütün âlemleri hidayete eriştirecek budur fakat şimdilik çağırma zamanı gelmedi.” derlerdi.

      “Fahr-i Âlem” yani âlemlerin iftiharı olan Hz. Muhammed (s.a.v.) bu acayip hâlleri Ebu Talib’e açtı. O da bir çeşit hastalık eseri olmasından şüphelenerek onu Arap kâhinlerinden birine gösterdi, ilaç ve devasını sordu. Kâhin, onu dikkatle muayene etti. “Ey Ebu Talib! Endişe etme. Bu kutsal vücut, her türlü hastalıktan uzaktır. Gözüne görünen şeylerse meleklerle düşüp kalkmasına başlıyor olsa gerektir. Umulur ki ahir zaman peygamberi odur.” dedi.

      O zamanlarda Kureyş’in ileri gelenlerinden, genç iken dul kalmış Hatice adında çok zengin bir hatun vardı. Bazı kişilere ortaklıkla sermaye verirdi. “Muhammedü’l Emin’e biraz sermaye versen hayli hayır ve menfaat görürdün.” diye bazıları tarafından kendisine hatırlatılınca Hatice, Hz. Muhammed’e (s.a.v.) epeyce sermaye verdi. Kölesi Meysere’yi de yoldaş ederek Şam’a gönderdi.

      Fahr-i Âlem Hazretleri ile Şam kafilesi giderken Bahira’nın manastırının önüne indiler ve Meysere ile birlikte bir ağaç altına kondular.

      Bahira ise daha önceden vefat ettiğinden, yerine geçen Nastûra adlı rahip oraya geldi. Meysere ile eskiden tanışıklığı olduğundan onunla görüştü ve söze girişti. Allah’ın birliğine ve Muhammed’in peygamberliğine şehadet etti. “Ya Meysere! Hazreti İsa’nın haber verdiği Hâtemü’l-Enbiya, işte budur. Şam’a gitmeyiniz. Yahudi hainleri görüp tanırlar ve ihanet girişiminde bulunurlar.” dedi. Binaenaleyh Fahr-i Âlem de Şam’a gitmeyip Busra’da alışveriş ederek oradan geri döndü.

      Pek sıcak bir günde Mekke’ye ulaştılar. Hatice, birkaç kadınla beraber bir mahalde durup Şam kafilesinin gelişini izliyordu. Gördüler ki yolculardan birinin başı üzerinde iki kuş kanat gerip geliyor ve çadır gibi gölge ediyor. “Bu kim ola?” derken Meysere çıkageldi. Muhammedü’l-Emin olduğunu bildirdi ve sıcak vakitlerde iki meleğin, onun başı üzere kanat gerip gölgelendirmek gibi nice harikulade hâller gördüğünü ve Nastûra’nın sözlerini haber verdi.

      Muhasebe görüldü, diğer yıllara nispetle yüklü kâr ve menfaat göründü. Fakat Hatice’nin gözüne Şam ticaretinin kâr ve menfaati görünmezdi. Zira daha önce Hatice bir rüya görüp amcasının oğlu olan Varaka İbni Nevfel’e anlattığında, “Sen, ahir zaman peygamberinin eşi olacaksın.” diye tabir etmişti.

      Varaka İbni Nevfel ise Hristiyan dininden olup İncil ve Tevrat okuyan, gelecek şeylerden haber veren gayet ihtiyar, meşhur bir kâhin idi. Bundan dolayı Hatice’nin fikri buna sarmış ve diğer şeyleri zihninden çıkarmış idi. İşte bu sırada taraflardan aracılar ortaya çıktı. Hatice’nin, Fahr-i Âlem Hazretleri’ne nikâhlanması hususuna karar verildi. Hemen Hatice’nin evinde nikâh kıyılmak üzere Kureyş’in büyükleri toplandı. Fahr-i Âlem Hazretleri de amcası Hamza ile birlikte orada bulundu. Evvela Ebu Talib, güzel bir hitabede bulundu ki özet şekliyle tercümesi buradadır:

      “Şükür Allah’a ki bizleri İbrahim’in zürriyetinden, İsmail’in neslinden, Maad’ın aslından, Mudar’ın unsurundan yarattı ve bizi Beyt-i Mükerrem’inin bekçisi ve Harem-i Şerif’inin hizmetçisi ve bu şekilde insanların hâkimi ve başkanı yaptı. Bundan sonra sadede gelelim. Kardeşimin oğlu Muhammed İbni Abdullah, Kureyş’ten hangi genç ile mukayese edilirse, ona soy ve sop bakımından, akıl ve faziletçe daha üstün olur ve gerçi malı az ise de ona bakılmaz. Zira mal, bir kaybolan gölge ve engel iştir, alınır verilir, geçici bir şeydir. Vallahi bundan sonra onun hâl ve şanı pek büyük olacaktır. Hâlbuki sizin bu şekilde şeref ve şan sahibesi olan kızınız Hatice’ye rağbet buyurdu. Şu kadar muaccele ve müeccele mehir verdi.”

      Ebu Talib’in bu konuşması üzerine Nevfeloğlu Varaka da bir konuşmada bulundu: “Allah’a şükür ki bizleri belirttiğin gibi yarattı. Saydığın üstünlük ve şeref ile seçkin kıldı. Şimdi biz, Arapların uluları, reisleriyiz. Siz de öylesiniz. Aşiret, sizin üstünlüğünüzü inkâr etmez. Hiçbir kimse sizin hayır ve şerefinizi reddetmez. Biz de sizinle akraba olmak istiyoruz. Ey topluluk! Şahit olunuz. Ben, Abdullahoğlu Muhammed’e (s.a.v.) Huveylid’in kızı Hatice’yi nikâhladım.” dedi. Kureyş uluları şahit oldu.

      Fahr-i Âlem, o zaman yirmi beş yaşında olup, Hatice ise ona göre epeyce yaşlıydı. İşte Haticetül-Kübra denilen Seyyidetü’n-Nisa (Kadınların Efendisi) budur. Onun ölümüne kadar Hz. Muhammed (s.a.v.), ondan hoşnut ve razı kaldı. Onun sağlığında başka bir kadınla evlenmedi.

      Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Hz. Hatice’den önce Kasım adında bir oğlu dünyaya geldi. Bundan dolayı Arap örf ve âdeti gereğince Fahr-i Âlem’e, “Ebu’l-Kasım” yani Kasım’ın babası denildi. Fakat Kasım küçükken öldü.

      Hz. Muhammed (s.a.v.) otuz yaşındayken Zeyneb, otuz