çocuk Şeybe diye adlandırıldı.
Şeybe büyüdü. Dayı çocuklarıyla beraber çıkıp gezmeye başladı. Fakat hiç birine benzemiyordu. Yüzünde ülkeri vardı, alnı ay gibi parlar, güzel yüzünü görenler hayran kalırdı, başka soydan olduğu yüzünden belli oluyordu.
Allah’ın resulünü öven ensardan Medineli ünlü Şair Hassan’ın babası Sabit o sırada Medine’den Mekke’ye gidip Haşim’den sonra Kureyş’in ulusu olan kardeşi Muttalib’le görüştü. “Ah, eğer kardeşinin oğlu Şeybe’yi görsen şaşardın. Babana ne kadar benzer ve nasıl şeref ve güzellik sahibidir, tarif olunmaz.” diye Şeybe’yi anlatınca, Muttalib’in kalbine Şeybe’yi görme arzusu düştü.
Kureyş kavmi içinde babadan oğula geçen peygamberlik nuru, Haşim’e gelmiş ve yüzünde görülmüştü. Hâlbuki Haşim’in Şeybe’den başka Esed adlı bir oğlu olmuşsa da ondan yalnız Fatıma adlı bir kız kalmıştı ki Hz. Ali’nin anasıdır. Demek ki Haşim’e Şeybe’nin hayırlı bir vekil olması tabii bir durumdu. Sabit’in ifadesi de bunu doğruladı. Bundan dolayı Muttalib, Şeybe’yi görmek zorunda kaldığından hemen Mekke’den Medine’ye gitti.
Muttalib Medine’ye varınca bir yerde Beni Neccâr’ın çocukları arasında Şeybe’yi gördü. Bir kere tavır ve hareketine, yüzündeki güzellik ve parıltıya baktı, kimse söylemeden yeğeni olduğunu bildi ve gözlerinden yaş aktı.
Nitekim Muttalib, Şeybe’yi tavır ve hareketinden bildiğini, gözlerinden yaş geldiğini bazı şiirlerinde pek yanık açıklayıp hikâye etmiştir. Muttalib hemen orada Şeybe’ye bir kat elbise giydirdi ve onu anasına gönderdi. Sonra anasını razı ederek Şeybe’yi Mekke’ye götürdü.
Mekke’ye girerken Şeybe’yi görenler, “Acaba bu çocuk Muttalib’in kölesi midir?” demişler. O yüzden Şeybe’nin adı Abdül-Muttalib kalmış ve Muttalib ölünce yerine geçip, Kureyş kavminin efendisi, başkanı olmuştur.
Abdül-Muttalib’in alnında Hz. Muhammed’in nuru parıldardı. Kureyş kavmi, bundan dolayı onu çok uğurlu sayardı. Öyle ki Mekke taraflarında kıtlık, pahalılık olsa, onun eline yapışıp Sebir Dağı’na çıkarlar, onun yüzü suyu hürmetine Allah’tan yağmur isterlerdi. Allah da Hz. Muhammed’in nuru hürmetine onlara rahmet ve bereket gönderirdi.
Son Peygamber Hz. Muhammed’in dünyaya gelmesi yaklaştıkça kâhinler, yani görünmez âlemden haber vericiler, onun dünyayı şereflendireceğini bildirdiler. Gariplikler ve alışılmışın dışında işaretler belirmeye başladı. Biri şudur ki Abdül-Muttalib bir gün Harem-i Şerif’de uyurken bir rüya görüp korkuyla uyandı. Kâhinlere gidip rüyasını anlattı. Kâhinler de “Senin soyundan çocuk doğacak, yer ve gök halkı ona iman getirecek.” dediler.
Bunun üzerine Abdül-Muttalib, Kureyş kadınlarından Fatıma adlı bir kız aldı. Ondan oğlu Abdullah dünyaya geldi. Hz. Muhammed’in nuru, onun alnında görünür oldu.
Daha önce Mekke’de hüküm süren Cürhüm Kabilesi’nin üzerine düşman saldırınca Yemen taraflarına kaçmak zorunda kaldıklarında Kâbe hazinesinden bir hayli eşya alıp Zemzem Kuyusu’na atmışlar, üzerine de taş, toprak dökerek yerini belirsiz etmişlerdi. Yıllarca bu durum üzere kaldı. Zemzemin nerede olduğunu kimse bilmiyordu. Bir gece Abdül-Muttalib’e rüyasında zemzemin yeri bildirilmiş ve işareti gösterilmişti.
Böylece Abdül-Muttalib Zemzem Kuyusu’nu buldu. Oğullarıyla beraber onu kazmaya başladı. İçinde kılıçlar, zırhlar ve altından yapılmış geyik heykelleri çıktı. Abdül-Muttalib onları aldı. Geyik heykellerini Kâbe’nin kapısının önüne koydu. Zemzem kuyusunu tamamen ayıklayıp hacılara zemzem dağıtmaya başladı.
Kureyş kavmi, büyük dedeleri Hz. İsmail’den kalma mübarek bir kuyunun meydana çıkmasından dolayı çok sevindiler, şükrettiler. Bu yüzden Abdül-Muttalib de eskisinden fazla şan ve şöhret buldu. Halkın gözünde kıymet kazandı.
Abdül-Muttalib’in oğulları; Haris, Ebu Talib, Ebu Leheb, Gaydak Hacî, Abdül-Kâbe, Mukavvim, Zübeyir, Dırar, Kuşem, Abdullah, Hamza ve Abbas’tır. Fakat Kuşem küçükken ölmüştür.
Abdül-Muttalib, oğulları içinde en çok Abdullah’ı severdi çünkü içlerinde en güzel, en fazla ahlak sahibi oydu. Peygamberlik nuru onun yüzünde açıkça görünüyordu.
Beni Zühre büyüğü Vehb’in kızı Âmine, soy sop bakımından Kureyş kızlarının en faziletlisi olduğundan, Abdül-Muttalib onu Abdullah’a aldı.
Âmine, Abdullah’tan Hâtemü’l-Enbiya’ya hamile kaldı ve hemen Abdullah’ın alnındaki parlayan nur Âmine’nin alnında parlamaya başladı. O esnada Kureyş kavmi, kıtlık ve pahalılığa müptela olup, fazlasıyla sıkıntı çekmekte iken Resul-ü Ekrem, ana rahmine düştüğü gibi, onun hürmetine, Hak, Kureyş’in bağ ve bahçelerine o kadar feyz ve bereket verdi ki hepsi zengin oldu.
O seneye Araplar “fetih ve sevinç yılı” dediler. Âmine gebeyken Abdullah, Şam kafilesiyle Medine’ye gitti, orada hastalandı. Yirmi beş yaşında dayılarının yanında öldü. Böylece son peygamber, yetim inci gibi anasının karnındayken tek ve yetim kaldı, işte o sırada alışılmışın dışında olan hadiselerden, meşhur “Fil Olayı” çıktı.
Uzun yıllar Yemen’de hüküm süren Himyer hükümdarlarının kuvvetleri azalınca Habeşliler, Arabistan yakasına geçip, Yemen ülkesini ele geçirmişlerdi.
Habeşlilerde hükümdarlık sırası Ebrehe adlı padişaha gelince, Yemen’in başşehri olan San’a’da büyük bir kilise yaptı. Bundan maksadı, Arapları Kâbe ziyaretinden vazgeçirmek, yüzlerini San’a’ya çevirmekti. Araplar ise eskiden beri yılda bir kere Mekke’ye gelip Kâbe’yi ziyaret edegeldiklerinden, San’a’da yeni yapılmış böyle bir kiliseye meyletmek şöyle dursun, ona hakaret gözüyle bakıyorlardı. Öyle ki içlerinden birisi o kilisenin içine girip pisledi. Bundan dolayı Ebrehe çok öfkelendi. Hemen Kâbe’yi yıkmak üzere büyük bir orduyla Mekke’ye doğru yola çıktı. Taif şehrine gelince bir miktar askerle bir adamını Mekke’ye gönderdi. O da gelip Mekke halkının hayvanlarını sürdü. Bu sırada Abdül-Muttalib’in de dört yüz devesini götürdü.
Abdül-Muttalib, hemen Ebrehe’nin ordusuna gitti. “Kureyş başkanı geldi.” diye haber verdiler. Onu yanına davet edip, büyük bir hürmetle ağırladı. “Niçin geldin?” diye sordu. Abdül-Muttalib develerini istedi. Ebrehe “Ben sandım ki Kâbe’yi yıkmayayım diye ricaya geldin?” dedi.
Abdül-Muttalib dedi ki: “Ben develerin sahibiyim. Onları isterim. Kâbe’nin sahibi vardır, onu o korur.” Hemen Ebrehe emretti, hayvanlarını geri verdiler.
Abdül-Muttalib, hayvanlarını aldı Mekke’ye getirdi. “Bu Kâbe’nin sahibi, onu korur korkmayınız.” diye Kureyş’e güven verdi.
Çünkü Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.), ana rahmine düşmüş, mutlu doğum yaklaşmıştı. Yakında dünyayı şereflendireceklerine dair, alışılmışın dışında nice işaretler belirmiş, Abdül-Muttalib rüyasını görmüştü. Bu bakımdan Ebrehe’nin Allah’ın Evi’ni yıkamayacağını kendi vicdanında kestirmişti.
Gerçekten iki ay sonra son peygamber dünyaya gelecek, sonra Kâbe’yi kıble edinecek, Ebrehe ordusunun durumu da dünyaya büyük bir ibret olacaktı.
Ebrehe’nin büyük bir fili vardı. Daima onu askerinin önünde yürütür, onunla nereye gitse zafer kazanacağına inanırdı, öyle tecrübe etmiş, öyle bellemişti. Bu sefer de Ebrehe, o fili ordusunun önüne kattı, hemen Mekke üzerine yürüttü.
Mekke’ye yaklaşıp da içeri girmeye hazırlanırken fil yere çöktü. Kaldırıp yürütmeye çalıştılar, yürümedi.