Ahmet Cevdet Paşa

Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt


Скачать книгу

da bir köşeye gizlediler.

      Kapı açılıp da Ömer içeri girer girmez, “Okuduğunuz neydi?” diye sordu. Said, “Hayır, bir şey yok.” diyerek telaşla cevap verdi. Ömer, öfkelenerek, “İşittiğim demek doğruymuş. Siz de Muhammed’in büyüsüne kapılmışsınız.” diyerek Said’in yakasından tuttu, onu yere attı. Fatıma onu kurtarayım derken, Ömer onun yüzüne de bir tokat vurdu. Hemen yüzünden kan akmaya başladı. Ömer, kız kardeşinin yüzünden kan aktığını görünce pişmanlık duydu. Bu yüzden kızgınlığı geçti. Gerçi Fatıma kanlar içinde kaldı ve canı yandı ama gayrete gelip din duygusu uyandı. Yüce Allah’a dayandı.

      Ona, “Ey Ömer! Niçin Allah’tan (c.c.) utanmazsın. Ayetler ve mucizelerle gönderdiği peygambere inanmazsın. İşte ben ve kocam İslam’la şereflendik. Başımızı kessen bundan dönmeyiz.” dedi. Şehadet getirdi.

      Ömer, ne yapacağını şaşırdı. Hemen yere oturdu, “Hele şu okuduğunuzu çıkarınız.” diyerek yumuşaklık gösterdi. Fatıma, o sayfayı getirdi, Ömer’e verdi. Ömer, okumayı bilirdi. Tâ Hâ Suresi’ni okumaya başladı. Kur’an-ı Kerim’in fesahat ve belagati, mana ve meziyetlerinin tatlılığı, letafeti Ömer’in kalbini son derece etkiledi.

      Yukarıdan aşağıya doğru okuyarak, manası, “Göklerde, yeryüzünde ve bunların arasında, toprağın altındaki şeyler, hep O’nundur.” demek olan ayete kadar geldi.

      Ömer, bu ayetin manasına dikkat ederek, derin bir düşünceye daldı. Kız kardeşine dönerek, “Ey Fatıma! Bütün bu yaratılanlar hep sizin taptığınız Allah’ın mıdır?” diye sordu. Fatıma, “Evet, öyledir. Şüphe mi var?” diye cevap verdi. Ömer, “Ey Fatıma! Bizim bin beş-yüz kadar süslü püslü putlarımız var. Hiç birisinin yeryüzünde bir kırat mülkü yok.” diye söylenerek şaşkınlık ve kararsızlık gösterdi. Fakat Hak dine iyice meyletti. O ayetin alt tarafına baktı: “Başka tapacak yoktur. Ancak O’dur. En güzel isimler O’nundur.” manasına gelen ayeti gördü. Bu ayetin manasını düşündü, iradesi elinden gitti. O anda göğsü gürleyerek kelimeişehadet getirdi.

      Habbab, bunu işitince tekbir getirerek gizlenmiş olduğu yerden ortaya çıktı. “Ey Ömer! Hz. Peygamber, ‘Ya Rabbi! Bu dini Ebu Cehil’le ya da Hattaboğlu Ömer’le kuvvetlendir.’ diye dua etmişti, işte bu mutluluk sana nasip oldu.” diye Ömer’i müjdeledi.

      Ömer’in İslam dinine karşı olan düşünce ve tutumu tamamen düzeldi. Hemen, “Resul-ü Ekrem nerededir?” diye sordu. O gün, Resul-ü Ekrem, Safa yakınında bir evde ashabıyla gizlice görüşüyordu. Habbab (r.a.), Ömer’i alıp oraya götürdü. Ömer, varıp o evin kapısını çaldı. Kapıda ashaptan biri gözcülük yapıyordu. Ömer’in silahlanmış olarak geldiğini bildirdi. Ömer, gerçekten korkulan bir adam olduğu için onun bu şekilde gelişinden Hz. Muhammed’in (s.a.v.) seçkin arkadaşları ürktüler.

      Hamza (r.a.) ise “Ömer’den korkacak ne var? Eğer iyilik için gelmişse hoş geldi, safa geldi. Yok böyle değilse, o kılıcını çekmeden ben onun başını yere düşürürüm.” derken Ömer içeri girdi. Ashap, Ömer’e güvenemediği için biri sağından, diğeri solundan tutarak peygamberin (s.a.v.) yanına getirdiler. Oysa evvelce Cebrail gelip, Ömer’in imana geldiğini, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) yanına gelmek üzere olduğunu Resul-ü Ekrem’e bildirmişti.

      Ashap, Ömer’in gelişinden telaş ederken Resul-ü Ekrem gülümsüyordu. O şekilde Ömer’i içeri getirdiklerinde Hz. Peygamber (s.a.v.), “Bırakınız.” dedi. Hemen bıraktılar. O da gelip Hz. Muhammed’in (s.a. v.) önünde diz çöktü.

      Resul-ü Ekrem, Ömer’in kolundan tutarak, “İmana gel ey Ömer!” diye buyurdu. O da kalbinin bütün samimiyetiyle şehadet getirdi.

      Bu olaydan dolayı ashap o kadar sevindi ki o ana kadar biri imana gelse herkese duyurulmazken, bu sefer yüksek sesle tekbir aldılar. Bu ses bütün Mekke sokaklarında yankılandı.

      Önce Hz. Hamza’nın, üç gün sonra da Hz. Ömer’in iman etmesiyle İslam dini epeyce kuvvet buldu. Bunun üzerine Ömer (r.a.), “Arkadaşlarımız ne kadardır?” diye sordu. Onlar da “Seninle beraber tam kırk kişiyiz.” dediler. “Öyleyse ne duruyoruz, çıkalım, Kâbe’ye gidelim, Allah’ın adını yüceltelim.” deyince, hepsi beraberce kalkıp gittiler. En önde Ömer, sonra Ali, sonra Resul-ü Ekrem, sağında Ebu Bekir, solunda Hamza ve arkasında diğer ashap olduğu hâlde yürüyerek Kâbe’ye gittiler.

      Kureyş’in ileri gelenleri, Kâbe’de toplanıp, Ömer’den bir haber beklemekteyken, bir de ne görsünler: Ömer, Müslümanların önüne düşmüş geliyor. Birbirlerine, “Baksanıza Ömer bütün Müslümanları arkasına takmış getiriyor.” dediler.

      Ebu Cehil, cin fikirli, şeytan bir herif olduğundan, bu gelişi beğenmedi. Koşup ilerledi, “Hayrola ey Ömer bu ne?” diye sordu. Hz. Ömer ağırbaşlılığını bozmadan, “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resulullah.” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebu Cehil, ne diyeceğini şaşırdı. Diğer Kureyş ileri gelenleri de şaşkındı.

      Hz. Ömer (r.a.) herkese karşı, “Beni bilen bilir, bilmeyen bilsin ki Hattaboğlu Ömer’im!” dedi. Bu söz üzerine Kureyşlilere büyük bir şaşkınlık geldi. Hemen birer yana savuştular.

      İşte o gün, Müslümanlar Kâbe’de saf bağlayıp, açıkça tekbir alarak meydanda namaz kıldılar. Kureyşliler baktılar ki Müslümanlar günden güne çoğalıyor, İslam dini kuvvetleniyor. Gerçi kavmin başkanı olan Ebu Talib iman etmemişse de Hz. Peygamber’i evladı gibi koruyup gözetiyor, Haşimoğullarından diğer iman etmeyenler de onunla beraber olup aşiret ve akrabalık gayretini güdüyordu.

      Bütün olup bitenleri aralarında görüşüp danışarak enine boyuna ölçtüler, biçtiler. Sonunda peygamberliğin yedinci senesinin başlarında Müslüman olsun veya olmasın, bütün Haşimoğullarıyla görüşüp konuşmaktan vazgeçtiler. Bundan sonra Haşimilerle alışveriş etmemek, onlardan kız almamak ve onlara kız vermemek üzere aralarında söz birliği ederek, bu kararlarını bir antlaşma hâline getirip Kâbe içine astılar. Buna aykırı hareket etmemek üzere ant içtiler.

      Bu yüzden Haşimoğulları, Müslüman olsun veya olmasın, hepsi, Şi’b-i Ebu Talib’de sanki kuşatılmışlardı. Fakat Ebu Leheb, onlardan ayrılarak diğer kâfirlerle beraber oldu.

      Şi’b-i Ebu Talib, Mekke’de Hz. Peygamber’in (s.a.v.) doğduğu bir mahalledir. Haşimoğullarının evleri hep oradaydı. İlk önce başkanları Abdül-Muttalib olduğundan o mahalleye Şi’b-i Abdi’l Muttalib denirdi. Ondan sonra Ebu Talib kavmin başkanı olunca Şi’b-i Ebu Talib dendi.

      Bu defa Ebu Leheb’den başka bütün Haşimoğulları, Ebu Talib ile beraber orada kalıp, diğer Kureyşlilerle görüşmekten ve aralarına karışmaktan kesildiler. Öteki mahallelerde evleri olan Müslümanlar da mahalle ve semtlerini terk ederek oraya çekildiler.

      Haşimoğulları, akrabalık gayretiyle Resul-ü Ekrem’i düşman şerrinden korumaya çalışır ve Müslümanlar ise daima Hazreti Peygamber’in çevresinde pervane gibi dolaşırlardı. İşte o sırada, yani peygamberliğin sekizinci senesinde “Ay’ın parçalanması” mucizesi meydana geldi.

      Kureyş’ten bazıları, mehtaplı bir gecede Resul-ü Ekrem’den mucize istediler. O da dua etti, Ay iki parça oldu. Öyle ki bir parçası bir tarafta, diğer parçası başka bir tarafta görüldü.

      O hâldeyken Resul-ü Ekrem, “Ey falan ve filan! Şahit olunuz.” diye buyurdu ve oradakiler, Ay’ın öylece ikiye bölündüğünü hep gördüler.

      Müşrikler, yani Allah’a ortak koşanlar yine iman etmeyip, “Bu da Muhammed’in gösteregeldiği sihirlerden biridir.” dediler. Eskisi gibi Müslümanlara,