müşriklerle karşı karşıya gelerek korkusuzca uğraşırdı.
Bütün ashabın büyüğü olan Hz. Ebu Bekir (r.a.), Kureyşliler içinde çok hatırı sayılır bir kişi olduğu hâlde, o bile kavmi tarafından soğuk karşılanıyordu fakat asla aldırmayıp, müşriklerin sözlerine bakmayıp açıkça namaz kılardı. Baştan beri İslam’a faydalı gördüğü kişilere el altından çağrıda bulunurdu.
Kureyşlilerin Müslümanlar hakkında bu derece sertlik göstermeleri, onları İslam dininden döndürmek, hiç olmazsa İslam dininin daha çok ilerlemesini engellemek içindi. Düşünmüyorlardı ki güneş balçıkla sıvanmaz, Allah’ın (c.c.) yaptığı mum, onların soğuk nefesleriyle sönmez.
Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, Müslümanlar bildiğinden şaşmıyor, din gayretleri kuvvet buluyor, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mucizeleriyle İslam dini her tarafa yayılıyordu.
Müslümanlar, sonsuz âlem olan ahiret mutluluğuna erişmek için bu geçici âlemi, yani dünyayı hiçe sayıp, dinleri uğrunda her şeyi bir kenara itmişler; kimi yurtlarını bırakarak Habeşistan’a gitmiş, kimi de her türlü tehlikeleri göze alarak Ebu Talib Mahallesi’nde kuşatılmış gibi kalmayı benimsemişlerdi.
Diğer akıl ve insaf sahipleri de onun mucizelerini görerek, hak peygamber olduğunu bilerek; birer birer imana gelmekteydi. Çünkü son peygamber, geçmiş milletlerin hâllerinden habersiz bir kavmin içinde, âlimleri bulunmayan bir şehirde büyüdü. Başka ülkelere giderek ders almadığı, herkesin bildiği bir şeydi. Kısaca Nebiy-yi Ümmi idi.
Hâlbuki yüce Allah (c.c.) vahiy ve başka yollarla, kimselerin bilmediği nice ilimleri bildirir; Tevrat, İncil ve diğer kutsal kitaplardaki emirleri doğru olarak haber verirdi. Bu durum, onun peygamberliğine yeter bir delil olup, başkaca ispata hacet yokken, daha nice nice mucizeler gösterdi.
Fahr-i Âlem’in mucizeleri pek çoktur. Onları saymaya ise bu kitabın imkânı yoktur. Ama fırsat geldikçe bazıları anlatılmış, bazılarının da bundan sonra sırası geldikçe bahsedilmesi uygun görülmüştür.
En büyük mucizelerinden biri, belki birincisi Kur’an-ı Kerim’dir ki kıyamete kadar devam edecektir. Çünkü her asırda, halkın gözünde her ne itibar bulmuş ve meşhur olmuşsa, o asırda gönderilen peygamberin mucizeleri de ona göre olurdu.
Mesela Musa (a.s.)’ın zamanında sihirbazlık çok şöhret bulduğundan, yüce Allah (c.c), onun asasını ejder yapmak gibi, sihirbazlara üstün gelecek mucizeler verdi.
İsa (a.s.)’ın zamanında ise hikmet ve tıp ilmi fazlasıyla itibar gördüğünden, yüce Allah (c.c), onu körlerin gözlerini açmak ve ölüleri diriltmek gibi doktorların yapamayacağı mucizelerle gönderdi.
Hâtemü’l-Enbiya Hz. Muhammed’in (s.a.v.) saadet asrında ise şiir ve hatiplik, çok itibar ve şöhret bulmuştu. Arapların gerek şehirli olanları, gerek göçerleri arasında fesahat ve belagat, insana ayar taşı, fazilet ölçüsü olmuştu. Nitekim daha önce belirttiğimiz gibi Araplar birbirlerine karşı fesahat ve belagat ile övünürler, kimi muallekat-ı seb’a, yani yedi askı ashabı gibi eşsiz kasideler söyleyerek öteki şairlere meydan okurlardı. Kimi Suk-u Ukâz Panayırı gibi büyük toplantılarda halka vaaz ve nasihat yollu güzel hutbeler okurlardı. Şehirlerde düzgün fesahat ve üstün belagat olduğu gibi, göçerler de gayet ölçülü, sade ve güzel şiirler, hutbeler meydana getirirlerdi. Hepsi de şiir olsun veya olmasın, etkileyici sözler söylerdi.
Bundan dolayı Fahr-i Âlem’e belagatin, yani edebiyatın en yüksek tabakasında olan bir kitap indirildi. Onun gibisini meydana getirmekten, hiç olmazsa bir suresine benzer bir şey söylemekten bütün şair ve hatipler âciz kaldı.
Hâlbuki sure sure ve ayet ayet indikçe, Resul-ü Ekrem onu ümmetine bildirir, “Buna benzer bir söz söyleyemezsiniz.” diyerek bütün şair ve hatiplere meydan okurdu.
O sırada, “Bu Kur’an’ın eşini meydana getirmek üzere bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı olsalar da onun benzerini meydana getiremezler.” manasına gelen ayet geldi.
Kur’an-ı Kerim’i inkâr eden, Hz. Muhammed’e (s.a.v.) karşı çıkan bunca şair ve hatipler içinden bir kişi ya da grup çıkıp da onun kısa olan bir suresinin bile benzerini ortaya koyamadı.
Ayetlerin bazısında az kelimenin çok manaya işareti var. Ve bazısındaki uzun uzun anlatışta ise bambaşka bir güzellik ve tatlılık var. Buralarını ancak şair, edip ve hatipler bilir, layıkıyla zevkine onlar varır. Kur’an-ı Kerim’i tekrar tekrar okumakla insana hoşnutluk ve tatlılık gelir. Okudukça okuyası gelir. Oysa bir şiir ya da düz bir yazı, ne kadar güzel olsa da birkaç kere okuduktan sonra insan usanır.
Bunun içindir ki edip, şair ve hatiplerden akıl ve insafı olanlar, hemen İslam ile şereflendiler. İmana gelmeyenler ise insan gücünün dışında bir söz olduğunu açıkça söyleyip, itiraf edip, karşı durmayı bırakarak bir yana çekildiler.
Nitekim Kureyş kâfirlerinin ileri gelenlerinden Velid İbn Mugire, bir gün Seyyidül-Enbiya Hz. Muhammed’in (s.a.v.) yanına gelip, “Bana biraz Kur’an oku, dinleyeyim.” dedi.
Resul-ü Ekrem de “Şüphesiz ki Allah (c.c.) adaleti, iyiliği (özellikle) akrabaya vermeyi emreder. Kötülükten ve zorbalıktan yasaklar. Umulur ki dinleyip tutarsınız.” manasına gelen ayeti okudu.
Velid İbn Mugire, bunu cankulağıyla dinledi. “Allah’a yemin ederim ki bunda bir tatlılık ve üzerinde hoş bir güzellik var. Pek derin ve çok yararlı bir sözdür. Onu insan söyleyemez.” diyerek hayranlığını belirtti. Kavmine dönüp, “Sizin içinizde şiirin ne olduğunu benden iyi bilen kimse yoktur. Şiirin her çeşidini ve cin şiirlerini hepinizden güzel bilirim. Muhammed’in okuduğu söz, bunların hiç birine benzemez. O söz, her söze üstün gelir. Ona hiçbir söz karşı çıkamaz.” dedi.
Yine bir gün Hz. Muhammed (s.a.v.), Harem-i Şerif’in bir köşesinde otururken, diğer tarafta da Kureyş müşrikleri oturuyorlardı. İleri gelenlerinden Ebu’l-Velid diye bilinen Utbe İbn Reb’ia, diğerlerine, “Ne dersiniz gidip de Muhammed’e biraz öğüt versem, ‘Bizden ne istersen verelim ve seni istediğin rütbeye eriştirelim. Tek bizim tanrılarımıza söz etme, dinimize karışma ve saldırma.’ desem, ola ki kabul eder de aradan bu çekişme gider.” deyince, “Ne zararı var, bir kere nasihat ediver.” dediler.
Utbe, Resul-ü Ekrem’in yanına gitti. O yolda birçok sözler söyledi, aklınca hayli nasihat etti. Resul-ü Ekrem, “Sözün bitti mi?” diye sordu. Utbe, “Evet.” diye cevap verdi. Resul-ü Ekrem, “Öyleyse şimdi beni dinle.” diye buyurdu.
Hemen, “Bismillahirrahmanirrahim. Hamim tenzilün minerrahmanirrahim.” diye Secde Suresi’ni okumaya başladı. Secde ayetine gelince, kalkıp secde etti. “İşittin mi ey Ebe’l Velid!..” dedi. Utbe, “İşittim. İşte sen, işte O.” diyerek yerinden doğruldu ve bozuk düzen dostlarının yanına gitti.
Ne oldu? diye sordular. “Hiç sormayın. Bir söz işittim ki ömrümde benzerini işitmemişim. Allah’a yemin ederim ki bu söz şiir değil, sihir değil, kâhinlik değil, ey Kureyşliler! Beni dinlerseniz bu adamı kendi hâline bırakınız.” dedi.
Kâfirler, bunca mucizeleri görüp, arka arkaya inen ayetleri işitip Resul-ü Ekrem hakkında ne diyeceklerini şaşırdılar. Kimi mecnun, kimi kâhin, kimi şair, dedi. Hiçbirinin yakışık almadığını kendileri de anladılar. Hatta Kureyş kavmi, İslam dininin etrafa yayılmasından korktukları için, bir sene hac mevsimi geldiğinde bir yere toplandılar. “Her taraftan Arap kabileleri gelmek üzeredir. Muhammed hakkında ne diyeceksek ona karar verelim ve sözü bir edelim de birbirimizi yalana çıkarmayalım.” dediler.
İçlerinden bir kısmı, “Kâhindir, diyelim.” deyince, Mugireoğlu Velid, “Kâhin değildir.